31 Ekim 2013 Perşembe

Ah şu Hamilelik Nezlesi!

Gülü seven dikenine katlanıyor. Hamile olup anne olmak kolay değil haliyle. Zor olduğu ölçüde keyifli bir yolculuk bu.
Hamilelik dönemi rahat geçmiş biri olmama rağmen ben de hamilelik yan etkilerinden nasibimi aldım.
İlk 3 ayda yoğun seyreden, sonrasında azalan burun kanamaları. Bu dönemde neredeyse her gün burnum kanıyordu. 3 aydan sonra biraz daha azalan burun kanamalarım hala ara ara devam ediyor.
Vücudumdaki tüm yararlı şeylerin o minik fetüs kızımı beslemeye yönelmesiyle kramplarla tanıştım. Gecenin tam ortasında özellikle bacağıma giren kramplarda çığlık çığlığa uyanıyor, geçmeden uykuya dalamıyordum. İnternette ve kitaplarda okuduğuma göre bu çok normaldi ve bu dönemde magnezyum desteği almak gerekiyordu. Sanıyorum 5. ay kontrolüydü, doktoruma danıştım ve o da bana 1 hafta boyunca magnezyum tabletlerini çiğneyebileceğimi, geçmezse başka bir çare bulacağını söyledi. Bu dönemde magnezyum tabletlerinin yanında muz yemeye başladım. Sabah akşam birer adet aç veya tok karnına ilaç niyetine muz yedim. Sonuç gayet olumluydu, zira eskisi gibi kramplarım kalmamıştı, aynı zamanda muz yemek beni dirençli yapıyordu.
Bu yan etkilerin yanında bir tanesi var ki, hemen hemen hiçbir hamilenin başına gelmemiş (en azından benim çevremde hamilelerin hiçbiri) bir yan etki; hamilelik nezlesi. Hamilelik nezlesi ne mi?
Ben de başıma gelmeden önce bihaberdim böyle bir rahatsızlığın varlığından. 4.aydan itibaren kulaklarım ve burnum tıkanmaya başladı ve kontrollerimde sorduğum zaman doktorum bunun çok normal olduğunu, bebek için vücudumun daha fazla oksijen pompalamaya çalışırken bu sorunların ortaya çıkabileceğini söyledi.
Kendimi nadiren normal olarak saydığım için bu yan etkiye çok şaşırdığımı söyleyemem. Yalnız zor olan kısım her telefonda konuştuğum kişinin beni grip veya nezle sanıp geçmiş olsun dileklerini iletmesi ve  benim de konuyu kısaca açıklamam olmuştu.
Doğuma kadar bu şekilde tıkanmış kanallarla yaşayarak hamileliğim geçti. Doğum için hastaneye yattığım gün mucizevi bir şekild hamilelik nezlemin geçtiğini fark ettim. Sanırım doğum kelimesi bile nezleyi korkutmaya yetmişti. Bu sefer beni gerçek grip yakaladı tabii. En azından kulaklarım açık diye çok mutluydum.
Hastane dönüşü her şey normal gibi gözüküyordu, ta ki 5 gün sonra tekrar kulaklarım tıkanana kadar. Kabus geri dönmüştü. Yine yeni yeniden hamilelik nezlesine geri döndüm ve hala aralarda tıkanmış vaziyette dolaşıyorum. Kulaklarım açıldığı zamanlarda duyabildiğimi hissediyor ve mutlu oluyorum. Kulak burun boğaz doktoruna sorduğumda bana bu yan etkinin 2 seneye kadar sürebileceğini söylediğinde aklımdan şu geçti: "Kızım için her şeye değer"...

Uyku arkadaşım olur musun?

4.ayından itibaren Yonca için uyku sistemi geliştirme kararı almıştım. Aslında biraz da geç kaldığımı sonradan fark ettim, zira işe başladıktan sonra bebek için herhangi bir rutin oluşturmak çok zormuş.
Tam uyku sistemini oturttum derken, kucakta uyuyakalmayı seven kızım anne kucağını tercih eder oldu. 4.ayına kadar gündüzleri ana kucağı, geceleri anne kucağı derken tam düzeni oluşturma durumuna gelmiştik.
Ama bu uyku rutini çok ince bir şeymiş ki, kızım iki üç gün farklı şekilde uyuduğu zaman hemen yeni durumuna adapte oldu ve eski düzeni unuttu.
Yonca uyku düzeni oluşturma sırasında, kendini sakinleştirmek için baş parmağını emmeye başladı. Bana hep sevimli gelen bu durum, bebeğimin vara yoğa parmak emerek karşılık vermesiyle sinirimi bozma raddesine geldi. 6.ay kontrolümüzde doktorumuz Dr. Hayriye Aygar artık yavaş yavaş parmak emmek yerine Yonca'nın bir uyku arkadaşına sahip olarak ona dikkatini vermesi gerektiğini hatırlattı bana.
Gel zaman git zaman uygun bir uyku arkadaşı bulamadık. Tüylü bir oyuncak aradık, evdekilerden uydurmak istedik. Fakat bir türlü Yonca'nın yatağında ona geceleri eşlik edecek, hem sevimli, hem yaşına uygun bir arkadaş bulamadık.
8.ayına doğru artık ben umudumu kaybetmiş durumdayken, bir gün oyuncakçı gezimizde aradığımız uyku arkadaşını bulduğunu hissettik. Babasının da kızımın arkadaşını onaylaması sonucu kasadan okutulan arkadaş evimize ziyaretçi olarak geldi.
Yüzü haricinde diğer kısımları polyester olan sevgili arkadaşı, göğsüne bastırıldığında yüzü ışıldayarak şarkı söyleyen bir ateş böceği. Tam da kızımın dönencesinde dönenlerden mavi olanı...
Yonca için onun suratını yemek büyük bir zevk veya benim için ağladığında sakinleşmesini sağlamak için bir kurtarıcı. Ama en önemlisi kızımın uyku arkadaşı. Umarım bu arkadaşlık parmak emme alışkanlığını yitirmesine yardımcı olur.
Uyku arkadaşının ismi yok, ama onu yine de hepimiz benimsedik ve çok seviyoruz...





Yonca'dan Annesine Mektup

Canım annem,
Ne kadar şaşırdığını biliyorum, ama ben bir zamane çocuğuyum. İşte bu küçücük halimle sana mektup yazıyorum. İnternetin, teknolojinin, sosyal medyanın olduğu bir ortamda dünyaya geldim. Senin bana blog yazman da bunun göstergesi değil mi?
Sana bu mektubumu teknolojinin nimetlerini kullanarak yazıyorum. Artık kalemin eskisi kadar popüler olmadığı, üretimden çok tüketimin desteklendiği bir zamanda yazıyorum. İşte bu yüzden senin bana böyle bir hediye vermen beni çok sevindiriyor.
Benimle yaşadığın her günün özel olduğunu söylüyorsun ya, ben de senin gibi bir annem olduğu için çok şanslı  hissediyorum kendimi. Her annenin çocuğuna sevgisi tarif edilemez, senin de sevgin ölçülmez boyutta.

Beni dünyaya getirdiğin için sana çok teşekkür ediyorum. Biliyorum, çok güzel bir zamanda dünyaya gelmedim, ama zaten büyükler hep öyle söylüyor. Bizim zamanımız daha iyiydi, her şey gittikçe kötüye gidiyor diyorlar. Ben onlara inanmıyorum. Benim zamanım da iyi olacak, hatta daha iyi bile olacak. Bunun için ailemin  verdiği eğitim ve kişisel çabam yeterli olacak.
Küçük olduğumu, hiçbir şey algılamadığımı düşünenler yanılacaktır. Aksine ben her şeyi anlıyorum. Konuşulan cümleler tam olarak anlamlı olmasa da, etrafımdakilerin mimik ve jestlerinden ruh hallerini fark ediyor ve ona göre tepki geliştiriyorum. İleride konuştuğum zaman bunu daha iyi anlayacaksınız.
Sana bu mektubu asıl yazma sebebinden uzaklaştığımı fark ettim... Bugün senin doğum günün. Senin için çok özel bir gün, çünkü tıpkı senin beni dünyaya getirdiğin gibi anneannem de seni bugün dünyaya getirdi. Anneanneme ayrıca teşekkür etmek istiyorum. Hem seni doğurma kararını aldığı, hem de seni büyütüp yetiştirdiği için.
Dünyaya, ülkesine, ailesine faydalı evlat sahibi olmak tüm annelerin duası. Umarım ben de sizlere layık bir evlat olurum. Seni hiç üzmem ve daima mutlu haberlerle yanına gelirim. 
Benimle geçirdiğin ilk doğum gününde sana bu kısa mektupla seslenmek istedim. Büyüyüp okula gidince inşallah ben de senin gibi daha nice yazılar yazacağım. 
Teşekkürlerimi sunarak mektubumu bitiriyorum. Seni çok seviyorum.

Biricik kızın,
Yonca 

Mektubu okuyorum ve gözlerim doluyor. Ovuşturmak isterken uyanıyorum. Bir bakıyorum, Yonca beşiğinde mışıl mışıl uyuyor. Uykusundan bana seslendiğini düşünüyor ve kocaman bir gülümsemeyle ben de uykuya dalıyorum. Aldığım en güzel doğum günü hediyesi diye geçiyor aklımdan, rüya olmasının ne önemi var...

Anne Okulu - Oyun Okulu

İşte o gün geldi, Yonca kreşe başladı. 21 aylık evde bakım süresi sona erdi. Artık yavru kartalın yuvadan uçup sosyalleşmeye, oyun oynayacağı ortamda bulunmaya başlaması gerekiyordu.
Süreç bizim açımızdan yine de hızlı gelişti gibi görünse de bunu aylardır planlıyor ve kurgusunu yapıyorduk.
Kreşe gitmenin tek kötü yanı çocuğu uykusundan uyandırmak ve sabah sabah daha kendine gelmeden okula teslim ediyor olmak. Yazın çok yorucu olmasa da daha bunun kışı var diye düşünmemek işten değil.
Kreş seçmeden önce birçok kriter belirleniyor. Öncelikle kreşin yeri çok önemli, kreşin bahçesinin olması, aydınlık olması çok önemli. Çocuklara uygun eşyalar seçilmiş olmalı, çocukların yaşlarına uygun aktiviteler belirlenmiş olmalı, çocuklara sevgiyle bakılmalı.
Yonca'nın gittiği kreş çok deneyimli bir yer olması, yıllardır bir sürü her yaştan çocukların eğitim gördüğü ve bakıldığı bir okul olması bakımından tüm ihtiyaçlarımıza yanıt vermiş gibi görünüyor.
Alışma süreci her çocukta farklı oluyor sanırım. Daha küçük yaşta okula başlamak biraz daha riskli olsa da çocukta daha az farkındalık olması açısından daha kolay gibi gözüküyor.
Çocuğun bağımlılık ve bağlılık duyduğu kişiden ayrılması ilk etapta onun için çok zor olsa da kreşte bakımını üstlenen kişilerin yakınlığı ve sevgiyle, ilgiyle onunla birlikte olması zor süreci atlatmak ve yeni düzene alışmak için yeterli olacaktır.



Yeni Eve Alışmak

Burası bizim mahallemiz adlı yazımda çocuk yetiştirmek uğruna merkezden tepelere taşınma kararımı irdelemiştim. Şu an itibariyle tepelerden yazıyorum. Yeni evimize sanırım en çabuk Yonca alıştı. Biz bile bir çok şeyin yerini hala düşünerek hareket ederken Yonca çabucak duruma uyum sağladı. 
Kıta da değiştirmiş olduğumuzdan birçok bakımdan farklı bir yerde hissediyoruz kendimizi. Anadolu Yakası Avrupa Yakası'nın hareketliliğini hiç barındırmıyor bir kere. Avrupa Yakası'nı avcum gibi bildiğimden burada hareket ederken tereddütlü yaklaşabiliyorum. 
Sakinlik konusunda ve tabii ki rahatlık konusunda Avrupa Yakası'na göre çok ileride olan Anadolu Yakası fazla gezilecek mekanı olmaması sebebiyle biraz geride kalıyor.
Eve gelince, yerleşmek bile başlı başına çok zor bir olaymış. Bir de evin içinde tadilat vs. durumları devam ediyorsa, evdeki ne temizlikten ne de düzenlemelerden hayır gelmiyor ne yazık ki. Normalde evin kendi kendini kirleten bir organizma olmasından dolayı, arkamızı döner dönmez yeni bir pislik veya tozla karşı karşıya kalıyoruz. Dolapların iç düzenleri, gardırop, banyo vs. derken ancak yerleşmeyi tamamladık. Dağ gibi çamaşırlara karşı ise Don Kişot gibi mücadelemiz devam ediyor.
İçeri girdiğimizde ayakkabılarımızın altında biriken bir karış toz ise bize temizlik mesajını iletmek için yeterli olabiliyor. 
Büyüklerin alması gereken çok yol varken, Yoncacığım zaten hep bu evde yaşıyormuş gibi olduğundan alışma sorununun büyük kısmı hallolmuş gibi gözüküyor. Herkese evinde huzurlu, sağlıklı, mutlu oturmalar dileyerek yazımı sonlandırıyorum.


Anne Ben Büyüdüm

Bir anne için çocuğu ne kadar büyürse büyüsün küçük kalır. Çocukların katlanamadığı bir durumdur bu zaman zaman. Artık büyüdüğünü ailesine kanıtlamaya çalışan çocuk, "Sen daha küçüksün" yanıtını almaktan çok hoşlanmaz.
Ben de anne olana kadar bu durumu çok anlayamazdım. Yonca doğduktan sonra ne zaman ona baksam aklıma hep doğduğu andaki hali geliyor. Anne ve babaların neden bu sözü söylediklerini daha iyi anlıyorum. Bir yandan bebeğimin büyümesini izlerken diğer yandan doğumunu hatırlamak bana hala onun çok küçük olduğunu düşünmemi sağlıyor.

İleride bir şeyler olduğunda ben de Yonca'ya "Sen daha küçüksün" diyeceğim ve bunun karşısında alacağım yanıtı çok iyi biliy
orum: "Anne! Ben büyüdüm".

Annemden Neler Öğrendim

İnsanın ilk öğretmeni annesidir. Doğmadan önce onun vücudunda geçirdiğimiz aylarda yaşama hazırlanmayı öğreniriz. Fiziksel buluşma başlayınca koşulsuz sevginin var olabileceğini öğreniriz. Ağlayınca el pençe divan duran birinin varlığını öğreniriz. Bizi koklayıp öptüğünde sakinleştiğini öğreniriz. Büyüyünce koşunca terleyeceğimizi ve sonra soğuk su içersek de hastalanacağımızı öğreniriz. Oyuncakların aslında değerli olmadığını, sevdiklerimizle beraber olmanın en iyi oyuncaktan daha kıymetli olduğunu öğreniriz. Sevmenin tüm duyguların en yücesi olduğunu öğreniriz. Okumanın gerekli olduğunu, mutlaka eğitim almamız gerektiğini öğreniriz. Kitap okuma alışkanlığını öğreniriz. Yanlış bir şey yaptığımızda özür dilemeyi öğreniriz. Dikkat etmeyi, özen göstermeyi öğreniriz. Sokakta oynamanın güzel bir şey olduğunu, ama kendimizi tehlikeye atmamamız gerektiğini öğreniriz. Bisiklete binmenin keyfini öğreniriz. Düştüğümüzde yaralarımızı saran birinin olduğunu ve acıyan yaramıza geçsin diye üflediğinde kendi canının da yandığını öğreniriz. Ateşler içinde yatarken başımızda beklediğini görürüz, biz hasta olduğumuzda iyileşmemiz için dua ettiğini öğreniriz.
Okulda başarılı olmamızın gurur verici olacağını, ama herşeyden önemlisi bizim için daha önemli olduğunu öğreniriz. Kendi kendimize ödev yapmayı, ders çalışmayı öğreniriz. Yardım istediğimizde her an orada olduğunu öğreniriz.Ayaklarımız takıldığında bize el uzatacak birinin olduğunu öğreniriz. Düştüğümüzde tek dostumuzun annemiz olduğunu öğreniriz. Hayata atılırken tecrübesiyle bize yol göstereceğini öğreniriz. Her zaman söylediklerinin doğru çıktığını öğreniriz. Ben söylemiştim dediğinde söylediklerinin çıktığını öğreniriz. Çocuk yetiştirme konusunda hala ondan öğreneceklerimizin olduğunu öğreniriz. Kitaplarla anne olunmayacağını öğreniriz. Koşulsuz sevmeyi öğreniriz. Kocaman kucaklamayı öğreniriz. Daha birçok sayamadığım şeyi öğreniriz.
Anneler bu yüzden de ayrıca değerlidir. Anneler gününde bu yazıyı yazmaya niyetlenmiştim ama vakit bulamadım. Anneler her gün kıymetli, her gün değerli. Mutlu, kutlu günler!

Baby Shower Etkinliği

Baby shower kültürümüzde bulunmayan bir kız arkadaş etkinliğidir. Bebek dünyaya gelmeden önce anne adayının kız arkadaşlarıyla doya doya vakit geçirebileceği, bebekten önce sohbet edebileceği bir fırsat yaratır. 
Hayatımın ilk baby shower etkinliği birkaç hafta önce gerçekleşti. Yonca'yı da alarak Cumartesi günü yollara düştüm. Baby shower etkinliğinin sahibi anne adayımız için etkinlik süpriz olacağı için her şey kız kardeşi ve yakın arkadaşları tarafından organize edilmişti. Bize de hediyemizi alıp gelmek düştü.

Baby shower için özel pastalar da varmış. Bunu da o gün görmüş oldum. Çok yakında anlamında İngilizce olarak pastanın üzerinde yazılmıştı. Pastanın yanı sıra birçok tatlı tuzlu yiyecek de hazır bulunuyordu.
Bebeğin cinsiyeti belli olduğundan baby shower katılımcılarına dağıtılacak minik hediyeler hep mavi renkteydi. Durvarda bulunan minik bir panoda boş kutucuklar vardı. Bunlara minik Çınar için dilek ve düşüncelerimizi yazdık. 
Yeme içme faslı bittikten sonra çok komik ve bir o kadar da zevkli bir bölüm başladı: anne adayının göbek çevresini tahmin etme oyunu. Bu oyunda plastik bir mezura -üzerinde santim işaretleri olmayan- herkesin elinden geçti ve herkes tahmin ettiği ölçüde bir kısmı kesip iletti. Etkinlikte bulunan başka bir hamileden ilham alarak ben de kestim. Gelin görün ki, ilham kaynağımla baby shower sahibi anne adayının göbek ölçüleri birbirinden o kadar farklıydı ki, arada en az 30 santim fark çıktı. Yarışmayı bekar bir arkadaşımız kazandı, ki kendisi kesim işlemini gerçekleştirirken hamile annemiz çok küçük bir parça kestiğini hatırlatmıştı. Kazandığı zaman hepimiz çok güldük. Arkadaşımız minik ödülünü alırken bizi ikinci oyuna geçtik.
İkinci oyunda da birkaç kişinin küçüklük fotoğrafları gösterildi ve biz onların kim olduğunu tahmin etmeye çalıştık. Kendi adıma çok zorlandığımı söylemeliyim. Bazı kişileri çok tanımıyordum ve tahmin etmem de çok zordu. 
Üçüncü ve son oyunumuzda anne adayının muhtelif resimleri yap-boz haline getirilerek bize sunuldu ve takım halinde resmi tamamlamamız gerektiği hatırlatıldı. En kısa sürede tanımlayan grup biz olarak ödülümüzü grup adına minik Bora teslim aldı.
Genel olarak çok zevkli bir aktivite olmasıyla beraber hazırlayanlar için biraz yorucu olduğunu itiraf etmek gerekir. Baby shower etkinliğine katılmadan önceki ön yargılarımdan arındım, sıra başka bebeklerin baby shower partilerine katılmaya geldi.

Evimizdeki Tehlikeler!

Çocuk sahibi olmadan önce çamaşır suyunun ne denli tehlikeli olabileceğini düşünemezdim. Aynı şekilde bir makas veya bıçağın ne şekilde zarar vereceğini hayal bile edemezdim.
Yonca ayaklanıp yürüyünceye kadar daha kolay sayılabilirdi. Emeklemeye başladıktan sonra onun erişebildiği yerlerde tehlikeli nesneler bulundurmamaya, yeri mümkün mertebe temiz tutmaya gayret ediyorduk. Çekmeceler, dolap kapıları henüz onun erişebildiği yerler olmadığından günlük hayatımız aynen devam ediyordu.
Yürümeye başlayan küçük kaşif artık dolap kapılarını Alice harikalar diyarındaki kapılardan her biri sanıp açmaya, mümkünse içeri girmeye başladı. Hal böyle olunca tehlikeli maddeler içeren dolapların kapıları ve çekmeceleri kilitlenmeye başladı. Tüm dolap kapılarını kilitlemeyi kaşif ruhunu  yok etmemek için tercih etmedik ve birkaç tehlikeli madde içermeyen dolap kapağı harikalar diyarına giriş bileti sunmaya devam etti. Açık kalan dolap kapaklarından biri de küçük kaşif tarafından açılıp kapatılırken korktuğum başıma geldi ve parmağı dolaba sıkıştı. Tırnağı ve parmağı çok kötü bir şekilde morardı ve sanırım tırnağı da düşecek. Harikalar diyarı kapılarında bundan sonra daha dikkatli olacağım ve Yonca'ya zarar gelmemesi için elimden geleni yapacağım.
Geçtiğimiz günlerde, tehlikeli maddelerden biri olan makası içeren konsolumuzun kapak kilidini kapatmayı unutmuşuz. İki arada bir derede nasıl olduysa küçük kaşif Yonca, makası almış ve parmaklarını makasın kollarının arasına geçirmiş. Sanırım en fazla 45 saniye gözümü ayırmıştım. Koşarak elinden makası aldım, ona fark ettirmedim ama ben bayağı korktum bu olay sonrasında. Olabilecekleri aklıma getirmemeye çalışarak bir daha bu hatayı tekrarlamamaya söz verdim.
Mutfağımızda bıçaklarımızı koyduğumuz uzun bir magnetimiz var. Duvara çivili şekilde duruyor ve üzerinde mutfak bıçaklarımız asılı. Bu da artık bizim evdeki tehlikelerden biri haline gelmiş durumda, zira küçük kaşif ayak ucunda yükselerek bıçakların saplarına erişebiliyor. Bazı bıçaklar da rengarenk olduğundan ilgisini çekiyor sanırım.
Çamaşır suyuna gelince... Benim kokusunu çok sevmemememden dolayı evimize sık sık uğrayan bir temizleyici değildir çamaşır suyu. Çok gerekmedikçe kullanmadığımdan dolayı çok da ortalarda bulunmuyor. Doktorumuz kimyasal temizleyicilerden en tehlikesinin çamaşır suyu olduğunu söylediğinden beri daha da sevmiyorum. Evde yüksek bir rafta ve Yonca'nın kesinlikle ulaşamayacağı bir yerde saklıyorum. Zaten Türkiye'de en çok gerçekleşen çocuk kazalarından biri de çamaşır suyu içmekmiş. Bu sebepten olsa gerek, markalar çocuk kilidi uygulamasına gittiler.
Umarım böyle kazalar veya kaza adayları kimsenin başına gelmez, tedbirli olmakta fayda var. En azından riski minimize edebiliriz. Böylece daha sonra "Vah vah" diye üzülmeye kullanacağımız zamanı en değerli varlıklarımız için harcayabiliriz.
Sağlıklı, kazasız günler dilerim.


Uykusuz Her Gece

Tracy Hogg'un uyku yöntemini deneyeli birkaç ay olmuştu. Gece kalkışlar devam etse de bebeğimin uyku düzeni az çok yerli yerindeydi, gece kendi kendine uyur hale gelmişti. Hatta bu olaydan dolayı mutluluğumu Tracy Hogg Sen Rahat Uyu adlı kayıtta da dile getirmiştim.
Fakat zaman içinde hem gündüz aynı şekilde uyuyamış olmaktan dolayı, hem de göçebe hayatımızın bir sonucu olarak Yonca'nın uyku saatleri her geçen gün değişmeye başladı. Daha önceleri 21.30'da uyku için yatarken, şimdi 22.30'dan önce uyku belirtileri göstermez oldu. Uykuya dalması daha önceleri çok kolayken, artık herhangi bir ufak ses veya ışıktan etkilenip dikkat kesilir oldu. Bu gibi faktörler de birleşince uykusuz gecelerin haddi hesabı kalmamakla birlikte bendenizin pili de zayıf alarmı vermeye başladı.
Akşamları Yonca artık büyük yatakta, yanımda, bana sarılarak, en az 7 kere kalkmaya çalışarak  yaklaşık bir buçuk saatte uykuya dalıyor. Hal böyle olunca onu kaldırıp yatağına koymaya mecalim kalmıyor veya onun dalmasıyla beraber ben de REM uykusunun evrelerine geçiş yapmış bulunuyorum. Beşiğinde yattığı geceler, gece yarısı uyandığında bir ufak çıtt sesinde uyanıp onu yanıma alıyorum ve sonrasında onun uykuya dalmasını bekleyip beşiğine koyana kadar çoktan ben de uyumuş oluyorum. Bu döngü böyle sürüp gittiğinde ise artık Yonca gündüzleri bile zor uyur hale geliyor. Onu sadece uyutan arabanın motor sesi oluyor.
Geceleri ise yatağımızı paylaşan melek, çoğu zaman sabah sırt ağrılarıyla uyanmamı ve bazen gün içinde de kulunçlarımla başımın belada olmasını sağlamış oluyor.
İşin hep kötü tarafı yok, güzel tarafı da var. Onun kokusuyla, onun elini tutarak uyumak bana da çoğunlukla çok iyi geliyor. Yatakta dönme kapasitem sınırlanıyor ama çoğu zaman kolumun üstünde uyuduğu için hep yanı başımda olmuş oluyor.
15. ay kontrolümüzde bu durumdan doktorumuza biraz da yakınarak bahsettim sanırım. Ama çok olgun bir şekilde uyku konusunda zorlama yapamayacağımızı söyleyen sevgili doktorumuz Hayriye Aygar, istesek de Yonca'nın büyüyünce bizimle yatmak istemeyeceğini, tadını çıkarmamızı hatırlattı.
Uykusuz Her Gece şarkısını çoğunlukla mırıldanırken, yorgunluktan şikayet ederken bu güzel cümleler aklımdan çıkmasın istiyorum. 
Bol uykulu geceler dilerim herkese...

Bebek Uyku Pozisyonları  :)



Çocukların Erişemeyeceği Bir Yerde...

İlaç kutularının üzerinde "Çocukların erişemeyeceği bir yerde saklayınız." diye yazar. Çocuğum olmadan önce bunun anlamını çok iyi kavrayamazdım. Çocuk şarkılarından, etrafımdan duysam da çocukların ilaçlara bu kadar ilgi duyabileceğini düşünemezdim doğrusu. 
Ama işte çocuklar birer minik kaşif olarak geliyorlar dünyaya. Daha doğar doğmaz ailesini, beslenmeyi, kendini ifade edebilmek için ağlamayı keşfediyor. Sonrasında kendisini kelimelerle veya işaretlerle ifade ediyor ve etraftakileri artık karşılaştırabilir hale geliyor. Bu dönemde ona birçok tehlike eşlik ediyor. Bunlardan bir tanesi de renkli, cazibeli paketleriyle ilaç kutuları. Nedendir bilinmez birçok ilaç firması vitaminleri bonibon gibi renkli renkli yapmayı tercih ediyor, ya da o çok kötü antibiyotikler akide şekeri gibi pembe renkte oluyor.
Farklı olan her zaman caziptir. Bu bizim için de geçerli, ama çocuklar için bu daha da ön plana çıkıyor. İlaçları koyduğumuz çekmeceyi açar açmaz Yonca'yı bir saniye içinde yanımda buluyorum, hemen elini atıp bir ilaca dokunmak üzereyken apar topar elini tutup dikkatini dağıtmaya çalışıyorum.
Geçtiğimiz gün gittiğimiz bir ev ziyaretinde, ev sahibinin yatağının başucunda bulunan ilaçları açmak üzereyken yakaladım Yonca'yı. Koşa koşa gitmişti yatak odasına, ben de peşinden ona doğru giderken bir de baktım küçük hanım komodinin üstünde duran demir haplarına elini atmış. Hemen elinden uzaklaştırdım. İşte o gün anladım, çocukların erişemeyeceği bir yerde uyarısının ne kadar önemli olduğunu. 
Paranoyaklıkla tedbirli olmak arasında ince bir çizgi vardır, tıpkı dahilik ve delilik gibi. Dozajı tutturduğumuz sürece, söz konusu en değerli varlıklarımız olduğu için tedbiri elden bırakmamak bizi her zaman koruyacak ve sonra pişmanlıktan uzak tutmaya yardımcı olacaktır. Kimsenin başına gelmemesi dileğimle...




Zaman Teknoloji Zamanı

Hiç düşündünüz mü, çalışan insanların birçoğu ofise giderken cep telefonlarıyla meşgul olup ekrana bakıyor, sonra ofise gidip bilgisayarlarını açıp ekrana bakıyor. Kahvaltımızı bile ekran karşısında yapıyoruz çoğu zaman. Gün içinde ekrandan başımızı alıp belki bir yarım saatliğine öğle yemeği arası veriyoruz, onun dışında yine ya cep telefonumuzun ekranı karşısındayız ya da bilgisayarla karşı karşıyayız.
Ev hanımlarının veya emeklilerin de durumu bizimkinden pek farklı değil doğrusu. Onlar da evde bilgisayarın başında ekrana bakıp tuşlara basıyorlar. Artık günümüzde tabletlerin ve akıllı telefonların da yaygınlaşmasıyla bu parlak ekrana bakma sendromu hızla yayıldı, bir yaşında çocuklar bile parlak ekran karşısında büyülenmiş şekilde kalıyorlar. 
Hepimiz son teknoloji telefonlarımızı elimizden düşüremiyoruz, düşürdüğümüz zamanlarda ya bilgisayara, ya televizyona, ya tablete bakıyoruz. 
Hal böyle olunca çocuklarımız da doğuştan teknoloji düşkünü oluyor, hatta belki de bağımlı bile yapıyoruz.
Televizyondan, telefondan ve bilgisayardan ne kadar uzak durdurmaya çalışsak da olmuyor, olmuyor. Ya bizim elimizde gördükleri için, ya farklı olduğu ya da yasak arzu doğurduğu için çocuklar bu tarz şeylere daha düşkün oluyorlar. 
Yonca'yı elimden geldiğince uzak tutmaya çalıştım televizyondan, önce kumandasıyla tanıştı, daha sonra nadir de olsa televizyon açıkken bizim kanal değişikliğini nasıl kumanda ettiğimizi öğrendi, şimdi rastgele tuşlarına basarak kumandayla televizyona hükmediyor. Televizyonun köşesindeki düğmenin sırrını keşfetti ve televizyonu açıp kapatmaktan zevk alıyor.
Babası teknolojiye benden daha düşkün olduğu için de onun telefonunu nasıl açıp kapadığını öğrendi. Zaman zaman evdeki telsiz telefonumuzdan son aranan numaraları veya rastgele tuşlara basarak yanlış numaralara arama gerçekleştiriyor.
Bunun bir kanıtını göstermek için de videosunu çektik. Aşağıdaki bağlantıdan izleyebilirsiniz:
13 aylık bebek Iphone açıyor



Açılın, Ben Anneyim!

Anne olduktan sonra hayata daha derin açıdan bakar oldum. Önceleri bu konu hakkında ne kadar da sığ düşünüyorum diye bazen kendi kendime söylendiğim oluyor.
Tabii insanın algısı da bir nebze değişiyor. Alışveriş yaparken eskisi gibi ayakkabı çanta dolu vitrinlerden çok bebek mağazaları, bebek giysileri beni çekiyor. Bulunduğum ortamda aileler dikkatimi çekiyor. Ağlayan bebeklerin sesi kulaklarımda çınlıyor. 
Benim gibi birçok arkadaşımın da çocukları oldu ve konuştuğumuzda konularımız genelde çocuklar üzerine oluyor. Eskiden sanki hiç konumuz yokmuş gibi hissediyorum bazen. Ama konu konuyu açıyor ve herkesin konuyla ilgili söyleyecek bir lafı olduğundan konu başka bir konuya geçip dallanıp budaklanıyor. Hele ki yaşları yakın çocuklar söz konusuysa, birinin yaşadığını diğeri yaşamış oluyor, bir diğerinin özellikle o konuda farklı bir deneyimi oluyor. Yaşanmışlıklar, güzel hatıralar derken sürenin farkına varmıyorum.
Anneliğin zorluğundan, çalışma hayatıyla anneliği nasıl yürüttüğümüzden, yeme güçlüklerinden, uyku problemlerinden, bebek kazalarından, hafta sonu gezmelerinden, öğünlerin içeriğinden, annelik-babalık dengesinden, bebek gelişimlerinden, bebek davranışlarından, kısacası her konudan konuşabiliyoruz.
Aslında bu konuları tanımadığım kişilerle bile konuşabiliyorum. Sosyal ortamlarda rastladığım annelerle de kısaca bu konulardan biri hakkında sohbet ederken buluyorum kendimi.
Bazen de alakasız yerlerde bebeklerle ilgili konular konuşulurken rast geliyorum ve o anda söyleyecek bir sözüm olduğunu düşünüp "Açılın, ben anneyim!" deyip konuya müdahale etmek istiyorum.
Bir anne olarak bu konuda tek olmadığımı düşünüyorum, ne dersiniz?

Çocuk da Yaparım, Kariyer de!

Nil Karaibrahimgil'in çok sevdiğim bir şarkısıdır. Önüne bariyer konulsa da bir kadının kafasına koyduktan sonra hem çocuk, hem de kariyer yapacağını anlatır şarkıda.
Gerçek hayatta bu biraz daha karmaşık tabii ki. Çalışan anne doğum hazırlığına girmeye başladığı anda ona karşı bakışlar anında değişir. Artık domestik olacağını düşünenler, işkolik görüntüsünden uzaklaşacağını hayal edenler çok üzülürler bu yeni durumuna. Artık anne adayı sadece göbeğiyle ilgili tepkilere maruz kalacak ve bu iş doğuma kadar böyle devam edecektir. Doğum iznine çıkan anne adayı biraz kendiyle baş başa kalır ve sabırla bebeğin gelişini bekler. Gel gör ki, bu süre sanki geçmek bilmez ve bebeğine kavuşmayı bekleyen annenin gözleri karnına odaklanır, durur. Vakti dolup bebek yola düşünce heyecan başlar, anne artık bundan sonra farklı bir algıyla hayata bakmaya başlar. Bebeğiyle tanıştığı ilk andan itibaren durum değişir. Lohusalığın verdiği rehavetle annenin beynine oksijen ve bebekten başka bir şey gitmez.
Lohusalık geçip anne yavaş yavaş kendine gelince çalışma hayatına dair düşünceleri tekrar belirmeye başlar. Bir yanda bebekle geçen tarifi olmayan saatler, bir yandan yılların çalışma hayatının verdiği sorumluluklar, çalışma isteği, kendini yararlı hissetme, değer katma gibi doyumları olan hayatı vardır. İkisinden de vazgeçmek istemez, çünkü ikisinin tadı da ayrıdır. Günler geçer, aylar geçer ve anne artık ikinci hayatı, aslında bebekten önceki ilk hayatına döner. 
Dönüşü muhteşem olmuştur, ama bunun böyle olduğunu sadece kendisi düşünür. Bunun haricinde diğer kişiler artık ona sadece anne gözüyle bakar, işe yeteri kadar odaklanamayacak olacağını düşünür ve iş dağılımını buna göre yapmak isterler. Oysa çalışan anne öncekinden daha güçlüdür ve artık daha farklı yetilere sahiptir. Bu yetiler ona daha fazla sorumluluk verilmesiyle daha rahat ortaya çıkabilir. İş hayatı ve ev hayatı dengesini kurmasına yardımcı olmak için ona anlayışla yaklaşmak gerekir.
Eğer sağır kurbağa olup zirveye çıkarken kimseyi dinlemez ve onu zirveye çıkıştan alıkoyabilecek seslere aldırış etmez ve onu yolundan çevirebilecek herkese de yanıtını verebilirse çocuk da kariyer de yapacak, kariyerine yeni bir bakışla yaklaşabilecek, anneliğin avantajlarını işe taşıyabilecek ve başarıyla yoluna devam edecek güce sahiptir.

Hafta Sonu Ne Yapmalı?

Çalışan annenin kaçınılmaz yaşayacağı bir duygudur vicdan azabı. Hafta içi ofiste geçen saatlerin sonunda akşam ve hafta sonunu mümkün olduğunca çocuğuyla geçirmek, onunla ilgilenmek ve doya doya onu koklamak ister.
Bende de iş yaşamına tam gaz alışmama rağmen benzer kaygılar süregeliyor. Haftanın büyük bir bölümünü ofiste geçirdiğimden geri kalan zamanlarda mümkün olduğunca kızımla ilgilenmeye çalışıyor, onun ihtiyaçlarını gidermeye odaklanıyorum. Tabii bir de benim bir insan olduğum ve kendime zaman ayırmam gerektiğinin de bilincindeyim. Bunları uygulamaya koyabilmek için henüz yeteri kadar zaman ayıramıyorum, ama kızımın biraz daha büyümesi gerekiyor diye düşünüyorum.
Hal böyle olunca hafta sonları bizim için hafta içlerinden daha yoğun ve hareketli geçiyor. Hafta sonunda en azından bir gün bile olsa ailecek dışarıda geçirmeyi yeğliyorum. Bu hem benim, hem eşimin, hem de kızımın sağlığı için gerekli. Bir arada olmayla paylaşım arttığı için bu birliktelik hepimizin yararına oluyor.




 
Kış gelmesiyle beraber hareketlerimiz biraz da olsa kısıtlanıyor. Kat kat giyilen giysiler, yağmur olup olmayacağına dair kaygılar, rüzgar varsa şiddetini düşünmeler… Yazın bu kaygılar nispeten kolay. Üzerimizdeki giysilerle hemencecik hazırlanıp dışarı çıkabiliyoruz.
Çocuklu annelerin vazgeçilmezidir, yedekleri içeren bir çanta taşımak. Bebek küçük olunca bu çanta daha büyük olur. Bebek büyüdükçe çantanın boyutları küçülür, yedek sayıları azalır.
Hafta sonu mutlaka bu çanta yanımızdan eksik olmaz, kıyafetler, mama, su, bez vs. alınarak çantaya yerleştirilir. Geriye annenin birkaç parça eşyası da eklenerek çanta hınca hınç doldurulur. Sonrasında mont, palto ne varsa havaya uygun olarak giyilir ve bebeğin üşümesi ihtimaline karşın bir battaniye alınır.
Dışarı çıkmak ayrı bir seremonidir, tıpkı Geyşa’ların çay içme ritüellerindeki gibi bu iş aceleye gelirse mutlaka bir şey unutulur ve Murphy kanunu gereği unutulan şey lazım olur.
Hafta sonu en ideal gezi hava almaya yönelik olandır. Otoparktan doğruca alış veriş merkezine geçiş, suni hava solunumu ve gerisin geri eve dönüş istenmeyen bir gezidir. Bazen mecbur kalsak da mümkün olduğunca hava almalı küçük geziler yapmaktayız.
Bebek arabası kullanılıyorsa toplu taşıma araçlarını kullanmak işkenceden ibaret olacağı için mutlaka özel arabayla gidilecek yerlere gidilir ve büyük şehirde yaşamanın sonucu olarak trafik ve otopark problemi ortaya çıkar. Otopark problemi hallolduktan sonra bebek arabasına bebek oturtulur ve hava alma işlemi başlar. Bebek büyüdükçe arabada kalış süresi kısalır ve gelin görün ki o kocaman bebek arabaları boş olarak anne babalar tarafından ittirilir ve bebekler ya kucakta taşınır ya da ellerinden tutularak yürütülür.
Uyku veya yemek saati geldiğinde huysuzluklar gelişeceği için bu saatlerde oturacak, sıcak bir yerlerde olmak avantajlı olacaktır. Zira bebekler açlığa ve uykusuzluğa karşı direnç gösteremediklerinden anne babaya bu saatler zehir olabilir. Bebeğin uyumasıyla derin bir nefes alınır ve belki iki çift sözle sohbet edilir.
Hafta sonu ideal gezmesi bebek olunca çok uzun süremez. En azından öğleden sonra başlayıp akşam yatma saatine yakın bitmelidir. Aksi takdirde dışarıda geçirilen saat kadar huzursuzluk gelişebilir. Bebeğin düzenini birkaç gün bozmak bir şey yapmaz fakat uzun süre bu şekilde olursa uyku ve yemek düzeni değişeceği için problemler baş gösterebilir. Bu da anneye yol, su, elektrik olarak döneceğinden cesaret edilip geceler boyu sokakta kalınamaz.
Çalışan annenin temposu hafta sonu da hiç azalmadan devam eder, ee ne demişler, işleyen demir ışıldar.

Masallarla Büyüyoruz

Hiç düşündünüz mü, masallar hayatımızda olmasaydı çocuklara ne anlatırdık...
Geçtiğimiz gün masal anlatan bir oyuncağın şiddet içeren hikayelerini dinleyince tüylerim ürperdi ve bu konu aklıma geldi.    
Hep bir kötünün iyiye karşı inanılmaz savaşı, hep bir intikamla yanıp tutuşan bir büyücü, cadı veya bir kraliçe var masallarda.
Ya kırmızı başlıklı kız dürüst olduğu için kurdun gazabına uğruyor, ya da uyuyan güzeldeki gibi davetsiz bir misafir kötü dileklerde bulunuyor.
Biz bunlarla büyüdük, çok da vahşi yaratıklar olmadık aslında diye düşündüğünüzü hisseder gibiyim. Fakat kazın ayağı öyle değil bana kalırsa. Zaten televizyonda, haberlerde, internette ve sosyal medyada gündemi takip ettiğimizde şiddet mağduru birçok olayla karşılaşıyoruz. Bir de bunların üstüne masallarda bunlardan bahsedersek çocuklarımızı boşu boşuna bu bilgilerle donatmış oluyoruz.


Fakat bu iş hiç de kolay değil. Ben evde anlatırken konuları farklılaştırsam da yarın öbür gün arkadaşlarıyla etkileşim halindeyken, yuvada video izlerken veya sinemada karşılaşacak diye endişeleniyorum. Tabii ki vahşet de hayatın bir parçası ve bunu da bilmeliyiz, ama çocuklarımızı sevgi dolu yetiştirmek varken durup dururken üvey anneden nefret eden, güzel olduğu için başına binbir türlü bela geleceğini düşünen, cadılardan korkan çocuklarımız olsun istemiyorum.
Masallarda biraz daha arkadaşlık, dostluk, paylaşım, biraz daha aile sevgisi gibi konular ön plana çıksa sizce de fena olmaz mıydı?

Susam Sokağı Çocukları

Ben ilkokulun ilk yıllarında TRT1'de okul sonrası Susam Sokağı'nı izleyerek büyüdüm. Hala hatırladığım jeneriği şöyleydi: "Gez dünyayı, açılır her kapı, işte Susam Sokağı". Koşarak el ele tutuşan çocuklar vardı jenerikte.


Başlar başlamaz ilk Kırpık karşılardı bizi. Kırpık sokağın köşesinde bir fıçının içinde yaşardı. Marangoz Tahsin amcayla diyalogları olurdu bol bol. Tahsin amca Kırpık'a her seferinde bir hayat dersi verirdi.
En çok sevdiğim karakterlerden biriydi Minik Kuş. İsminin aksine kocaman, çoğu yerde eğilmek zorunda kalan sevimli bir kuştu. Ne yaptığını çok belirgin hatırlamasam da çok saf olduğunu hatırlıyorum.
Kurabiye canavarı vardı bir de. iştahlı iştahlı kemirirdi kurabiyeleri. Edi'yle Büdü'yü de unutmadım. Kurnaz Edi'yle sinirli Büdü aynı evde yaşarlardı ve mutlaka her konuda uyuşmazlık yaşarlardı. Duruma uygun bir de şarkı söylerlerdi.
Susam Sokağı'nın her bölümünde mutlaka ya sayılar, ya renkler, ya da çocuklara öğretilecek temel kavramlara ait şarkı bulunurdu. 
Severek, hiç sıkılmadan izlerdim Susam Sokağı'nı. O bir efsaneydi, hiç kavga dövüş içermeyen, şiddete yönelik öğesi bulunmayan bir çocuk programıydı. Şu günlerde çok da ihtiyacımız olan bir şey aslında....
10 Kasım Susam Sokağı'nın doğum günü. Bugün tam 43 yaşında favori sokağım. Umarım Yonca da biraz büyüyünce Susam Sokağı sakinlerinden biri olur ve onunla büyüme şansına erişir.


Külkedisi'nden Sindirella'ya

Anne olmak zor. Çalışan kadın olmak da zor. Hem anne hem de çalışan kadın olmaksa bir meydan okuma.
Doğum öncesi kozmetikler ve bilimum oje türevi süslenme gereçlerinden gayet uzakta kalmıştım. Sanki bir şekilde kozmetikle arama koca bir göbek girmişti.
Bu kötü ilişki doğum sonrasında da bir süre devam etti. Ta ki külkedisi Sindirella'ya dönüşmek zorunda olana kadar.
Külkedisi bendeniz doğum iznimin kış mevsimine gelmesi dolayısıyla çok fazla dışarıda kalamamış, ev ortamında bulunmaktan kendimi alamamıştım. Sindirella mevsimi gelip de çalışma günüm gelip çattığında kozadan çıkması gereken kelebek gibi ürkektim. Ne yapacağımı, nasıl giyineceğimi bilemiyor gibiydim. Bir de buna hala üzerime olamayan kıyafetlerim eklenince kendimi çıkmazda bulmamak için dua ediyordum.


Gel gelelim makyaj yapmayı unutan ben rimeli gözüme bulaştıra bulaştıra bir hal oldum. İşe başlamadan önce kuaföre gidip kendimi işe hazırlamaya, biraz daha medeni bir insana benzemeye çalıştım.
Ama beklenen gün çattı, sabah erkenden kalkıp işe gitme zamanı geldi. Gerçi benim erken kalkma ile ilgili bir problemim olamazdı, zira çalar saatim beni geceleri ve sabahları erkenden uyandırmaya kuruluydu. Çalar saat kızım sayesinde alarm ötmeden kalkıp hazırlanmış oluyordum.
İlk işi günü sonrasında makyaj konusunda biraz da olsa kendimi geliştirdim. Giyim konusu da zamanla çözüldü.
Yıllardır çalışma temposuna alışmış bir kişi için çok zor bir şey evde kalmak. Çalışmak insanı zinde kılıyor beyin ve fiziki olarak. Bir çeşit motivasyon bu aslında. Sosyalleşmek, yeni şeyler öğrenmek, yaşadığını farklı olarak anlayabilmek adına çok gerekli.
İşte tüm bunlar kafamda işe başladım ve bir baktım ardım koca bir 7 ay bırakmışım. Geride kalan biricik bebeğim ise günden güne büyümekte. Tabii ki birçok şeyini kaçırıyorum veya ilk şahit olamıyorum fakat Sindirella olmak da gerçekten çok güzel.



Anne Sporu

Bugüne kadar formumun sırrı defalarca soruldu. Merak edenlere açıklıyorum. Anne sporu yapıyorum. 
Anne sporu nedir diye merak ettiğinizi düşünüyorum. 
Bebeğinin veya çocuğunun peşinden koşarak aynı anda evdeki işleri tamamlama gayreti içinde olan anne, anne sporu yapıyor demektir. Tıpkı bir fitness salonunda verilen program gibi benim de anne sporu programlarım var. 
Hafta içi yoğunluğu işle birleşince akşamları sporumu yoğun olarak yapıyorum. Yonca'nın uyuması sporuma verilen ufak bir mola olarak sayılabilir. Uyku saatiyle beraber anne sporundan umutsuz ev kadını sporuna geçiş yapıyorum.
Bu sporun faydaları şöyle: Her daim fit oluyorsunuz, koşturmak, spor salonlarında ter atmak ve tonlarca para harcamadan evin içinde veya dışarıda bir güzel kalori kaybediyorsunuz. Çocuğunuz spor yapmanızdan oldukça memnun kalıyor.
Tabii yan etkileri de var bu sporun: Aşırı yorgunluk, uykusuzluk ve her daim şiş gözler...
Bu sporun bir diğer özelliği de istediğiniz zaman bırakamamanız. Anne sporu ömür boyu insanın kendini adaması gereken bir spor. Yıllar geçtikçe yapış şekli değişiyor, programda ufak tefek değişiklikler oluyor ama spordan vazgeçmek mevzu bahis değil. Tabii profesyonel bir sporcu olmak da hiçbir zaman mümkün değil...
Şimdi düşünün bakalım: Anne sporunu siz de yapmak ister misiniz?

Montessori Ekolü!

Bugün Google arama motoruna girdiğimde ilginç bir tasarımla karşılaştım. Hemen merak edip mouse'u üzerinde gezdirince Maria Montessori'nin 142. doğumgünü olduğunu öğrendim.
Bilge kişi Maria Montessori, çoğu annenin bildiği ve kreş, yuva, ana okulu gibi eğitim yerlerinde uygulanan veya uygulanmaya çalışılan bir eğitim sisteminin öncüsü.
İtalyan fizikçi ve eğitimci olan Montessori ilk olarak eğitim biçimini İtalya'da Çocuklar Evi olan Casa dei Bambini'de uyguluyor. Montessori'nin farkı çocuklara eğitimi direkt olarak uygulamaması ve çocuklara giyinmesinden yemek yemeye birçok temel şeyi vermesi.
Montessori eğitiminde amaç çocukları sıkmadan, yaş ayırımı yapmadan ve çocukların bireysel yetenek ve farklılıklarını gözeterek eğitilmelerini sağlamak.
Desteklediğim, hatta Yonca için de istediğim bir eğitim türü. Umarım ben de bir Montessori annesi olurum...

Sezar'dan yola çıkmak...

Jül Sezar, bildiğimiz adıyla Sezar, birçok şeye esin kaynağı olmuş Romalı liderdir. Sezar'la ilgili bildiklerimiz tarihin ötesinde salatasının zengin olduğu, şifreleme yöntemi, Temmuz ayına verdiği adı olarak sayılabilir.
Bunlar benim aklıma gelenler... Elbette ki farklı birçok şeye daha esin kaynağı olmuş veya başka yönleriyle de tanınmış olabilir Sezar.
Sezar'ın bu ünlü sözünü neredeyse bilmeyen yoktur: "Geldim, gördüm, yendim (Latince orjinali: Veni, Vidi, Vici)". Brütüs'ün Sezar'ı sırtından hançerleyen grubun başını çekmesiyle Sezar'ın "Sen de mi Brütüs?" dediğini neredeyse hepimiz biliriz.
Peki Sezaryen doğum yönteminin Sezar'dan geldiğini biliyor muydunuz?
Her ne kadar bununla ilgili internette doğru bilgi bulunamazsa da Sezar'ın annesinin de doğum sırasında ilkel bir yöntemle karnının kesildiği ve Sezar'ın bu şekilde doğduğu rivayet edilir. Kaynaklar Roma İmparatorluğu'nda bu tip bir yöntemin varlığından bahsetseler bile o dönemde bu yöntemle annenin canlı kalması pek mümkün olmadığı için doğru olmadığı savunuluyor.
Sezaryen yöntemi annenin doğumunda problem çıktığı durumlarda, prematüre doğumlarda, plesenta ve annenin enfeksiyon problemlerinin olduğu durumlarda ve bebeğin başının doğum kanalına girmediği durumlarda başvurulan bir yöntem. Son yıllarda sıkla rastlamamızın sebebi hamile bayanların normal koşullarda hamileliklerini geçirmemeleri. Kendimden örnek vermem gerekirse, hızlı tempolu, fazla mesaili çalışma saatleri, hafta sonlarının dolayısıyla yoğun ve hareketli geçmesi, uzun süre oturarak çalışma ve stres yükü ile bebekler hiç de normal olmayan bir süreç yaşadıkları için ben dahil etrafımdaki çoğu kadın normal doğum tecrübesini yaşayamadık. Gerçekten mümkün olsa acısına katlanarak denemeyi göze almıştım, fakat kısmet kelimesi burada devreye girdi ve benim için gerçekleşmedi.
Doğum işi zaten başlı başına bir stres, bir de buna öncesindeki hengame eklenince işte size çift çekirdekli stres yükü.
Doğumum öncesinde 7.ay kontrolümde doktoruma o malum soruyu sorduğumu çok net hatırlıyorum; "Doğum yöntemine ne zaman karar vereceğiz?". Doktorum biraz şaşkınlıkla, biraz olgunlukla benim sorumu yanıtlamıştı ve her şeyin o an için normal gittiğini, bu durumda zaten tek bir alternatif olduğunu, çoğu kadının vücut yapısının da normal doğuma uygun olmasından dolayı normal doğuma yöneldiğimizi söylemişti. Benim suratımdaki gülümsemeyi belki sonradan kendisi de fark etmiştir. Çoğu jinekologun sezaryene yönlendirdiği bir ortamda ben bu yanıta o kadar çok sevinmiştim ki sanki o an doğum yapmış gibi olmuştum.
Doğum öncesi iznime ayrılmadan önce herkes bana malum soruyu sormuştu; doğumu nasıl yapacağımı. Kendimi garantiye almak adına yanıtım çok netti: belli değil. Normal olacağını iddia edenler, zaten bu durumda kesin sezaryen olacağını söyleyenler olmuştu. Çok fazla kafamı bulandırmak istemesem de etkilenmiştim...
Gel zaman git zaman haftalar birbirini kovalarken benim için normal doğum olasılığı azalıyor gibiydi. Doktorum her hafta kontrol sonrası hala zaman olduğunu, daha bekleyebileceğimizi, ama ağrı, sancı hissettiğim anda mutlaka kendisini aramamı söylüyordu. Her gece yatağa yattığımda sanki sancılarla uyanıp gece yarısı hastaneye koşacakmışız gibi geliyordu. Eşim mışıl mışıl uyurken, ben karnımın büyüklüğünden, doğum heyecanından ve biraz da korkudan uyuyamıyordum. Günler geçtikçe sanki bebek hep karnımda kalacakmış, hiç doğmayacakmış gibi hissediyordum. O kadar çok merak ediyordum ki, bir an evvel doğsun, haftası dolmadan gelsin diye hayaller kuruyordum.
Dünya'ya gelen herkesin bir sebebi ve zamanı olduğuna göre kızımın da saati önceden belliydi, yalnız ben bilmiyordum tabii bunu. 41.haftanın bitiminde beklemekten bitmiş olan ben, her şeyi göze alarak hastanenin yolunu tutmuş ve bağlandığım NST cihazının bu sefer biraz inişli çıkışlı bir sayfa çıktısı sağlaması için dua ediyordum; çünkü, ne zaman bağlansam Yoncacık uyuyor oluyordu, bende de ne bir kasılma ne bir sancı...
NST ve ultrason cihazlarıyla ahbap olmak canımı sıksa da bitecek ümidiyle katlanıyordum. En son ultrason kontrolünde doktorum bebeğin başının büyük olduğunu, normal doğum konusunda biraz şüpheli olduğunu söylediği anda sanki başımdan aşağı kaynar sular inmişti. Ben hep kendimi normal doğuma hazırlamışım meğer. Sezaryen olsa bebek doğmayacak sanki... Yine de deneyebiliriz diye karar verip Pazartesi günümü indüksiyon ve NST ile kanka olarak geçirdikten sonra ertesi gün güle oynaya sezaryen doğum yolunu tuttum.
Neredeyse 1/10 ağırlığında bir sancı yaşayan ben, normal doğumun da azıcık tadına baktım diyebilirim. Eğer 1/10 buysa 10/10 ne demekti kim bilir.
Sezaryen doğumum hiç korktuğum gibi gerçekleşmedi. Epidural sezaryen ile doğuma şahit oldum ve bebeğimin ağlama sesini duydum. Bunlar kesinlikle çok özeldi. Zaten doğum sonrası artık ben ben olmadığım için düşündüğüm son şey çektiğim ağrılar veya uyuşuk olan bedenimdi.
Sezaryen doğumun iyileşme süreci normal doğumdan daha uzun gerçekleştiği kanıtlanabilir bir gerçek, anne için daha zor olan bu yöntem bebek için sağlıklı ve kolay.
Bu vesileyle hamilelere kolay doğumlar, bebeklere sağlık diliyorum. Normal doğum gerçekleştirmiş anneleri gönülden tebrik ediyor, sezaryenle doğum yapmak zorunda kalanlara da biz de zoru başardık demek istiyorum.

Madrid, bir İspanya klasiği

İspanya'nın başkenti Madrid şüphesiz ülkenin en popüler destinasyonu değil. Barcelona gibi bir alternatif varken, ülkenin ortasında bulunan, denize uzak bir şehri gezmeyi genelde tercih etmiyor  gezginler.
Ben de aynı mantıktayım derken, yolum iş için yapılacak bir uluslararası toplantı dolayısıyla Madrid'e düştü. Minik kızım Yonca'ya 5 aylık hamileydim gittiğimde.
Toplantı sonrası ve öncesinde birkaç gün şehri gezecek şekilde ayarlama yapmıştım ki, şehri gezmenin tam hakkını verebileyim.


Madrid'e İstanbul'dan THY ile direkt uçuşla ulaştım. İngilizce konusunda çok zayıf olan İspanyol şoförlerine oteli tarif edip otele kendimi ve bavullarımı attıktan sonra sıra şehri keşfe geldi.
Şehrin merkezindeki Gran Via bulvarı üzerinde bulunan otelimden şehir merkezine inmek çok kısa sürdü. Madrid gördüğüm diğer Avrupa şehirlerinden çok farklı değil. İnsanlar güler yüzlü, her gittiğim yerde "Hola" yani Merhaba kelimesiyle karşılandım.

Otelden mağazaları geçip ulaştığım yer Puerto del Sol, yani Güneş kapısı. Çok da doğru bir ad vermişler buraya. Güneşin gün boyunca üstünde olduğu, şehrin tam ortası bir yer burası. Her daim hareketli, insanların oradan oraya koşturduğu, minik güzel kafelerin ara sokaklarda saklandığı bir yer.
Berlin gibi Madrid'in simgesi de ayı, yalnız bu sefer ayıya bir çilek ağacı eşlik ediyor. Zamanında Madrid'in etrafında bolca bulunan çilek ağacı ve ayı şehirleşmeyle birlikte şehrin simgesi haline gelmiş. Puerto del Sol'un bitiminde sevimli ayıcık ve ağacın yanında fotoğraf çektirirseniz Madrid'e geldiğinizi ispat edebilirsiniz böylece.

Madrid tarih bakımından çok zengin bir şehir. Plaza Mayor mutlaka şehre gidildiğinde uğranması gereken bir uğrak yeri. Etrafı binalarla çevrili "Büyük Meydan", günün her saatinde yoğun, belli saatlerde aktiviteler var. Şehre açılan sokaklarında ise sokak performansçılarına bolca rastlanıyor. Yurt dışına gittiğimde çok sevdiğim bir şey sokak performansçılarını izlemek. Kendini altın rengine boyayıp sabit duran insanlar, değişik maskeler takarak kılıktan kılığa giren insanlar. Bir tanesi var ki, Madrid'de görüp  unutamadığım, belki de hamile olmamdan kaynaklanan algıda seçicilik ile bebek kılığına giren ve ağlayan bebek sesi çıkaran sokak performansçısı. Ailelerin ve küçük çocukların özellikle ilgisini çeken bu kişi bir pusetin içinden kafasını bebek kostümüne yerleştirmiş ve bebekçe popüler şarkıları seslendiriyor, bahşiş verilmezse de elinden oyuncağı alınan bir bebek gibi ağlıyor.


Amatör olarak çektiğim videosunu aşağıdaki bağlantıdan izleyebilirsiniz:
Plaza Mayor kesinlikle görkemli. Çıkışlarından bir tanesinde Paella (bir çeşit İspanyol pilavı) restaurantlarına ve gördüğüm en sevimli şekerleme dükkanına açılıyor. Plaza Mayor sonrası sokaklarda yürürken kendimi Puerto del Sol'de buluyorum. Adının anlamı şimdi daha da güzelleşti benim için.

Madrid deyince futbolu es geçemeyeceğim. İspanyolların ve tüm dünya futbolseverlerinin "El Clásico" olarak nitelendirdiği Real Madrid - Barcelona maçlarının gerçekleştiği "Santiago Bernabeu" Stadyumu da bu şehirde ve turistlerin uğrak yeri. Stadyumun büyüklüğü bile futbolun orada neden bu kadar başarılı olduğunu gösteriyor.

Madrid'de es geçemeyeceğim başka bir şey ise Cervantes ve Don Kişot. Dünyaca ünlü yazar ve kitap kahramanlarının heykelleri de şehirdeki bir parkın tam ortasında ve turistlerin akınına uğruyor. Fotoğraf çektirmek için sıraya giriliyor. Fotoğrafa bakıp aldanmayın, aslında heykellere ulaşabilmek için merdiven tırmanıp yükseğe çıktım ve Sancho Panza'nın altından süründüm.



Barcelona gibi bir rakibi olmasına rağmen, başkent Madrid kesinlikle görülmeyi hak ediyor...

Bir Lohusanın Güncesi

Biliyorum yazacaklarım anne olmak isteyenleri biraz korkutacak. Unutulmaması gereken bir şey varsa, o da güzel olan şeyler hep zordur. Annelik de aynen böyle bir şey...
Lohusa kelimesi Rumca'dan gelen bir kelime, yeni doğum yapmış kadın demektir. (bakınız: http://www.tdk.gov.tr/ - Güncel Türkçe Sözlük) Lohusalık süreci, annenin zihninin her şeye açık olduğu bir dönem. Bu yüzden lohusaların mezarı 40 gün açık olur derler. Korkutucu biliyorum ama maalesef doğru.
Eski adetlerde evin ortasına lohusa yatağı serilir ve lohusa kadın 40 gün bu yatakta yatarmış. Al basması olmasın diye de kırmızı kurdele takması gerekirmiş. Al basması hurafe olarak görülse de gerçek olduğunu biliyorum. Bu yüzden 40 gün boyunca lohusa kadın yalnız bırakılmıyor.
Hastanede geçirilen sürede hemşire ve doktorların yoğun ilgisi sonrası eve dönme zamanı gelip çatar. Eve gelişe kadar sıkıntı yoktur. Ama eve geldikten sonra bebeğe nasıl bakılacağı ile ilgili endişeler baş gösterir.
Lohusa eve dönüşünde 3 saatte bir beslemek zorunda olduğu bebeği, ev işleri, yemek, eş gibi görevleriyle baş başa kalır. Eğer yardımcı olan birileri varsa, ne ala; yoksa iş başa düşer.
Bebek zaten başlı başına zor bir hadisedir. Sabah akşam bilmeyen bu minik şey her şeye ağlamaktadır. Beslenme, alt değiştirme, uyku... Bunların hepsi başlı başına bir mücadele, bir meydan okumadır.
Sabah bebeğin uyanmasıyla güne başlayan anne, bebek uyuduğu zaman dinlenmek ister. Yalnız ters olan şey, bebek gündüzleri mışıl mışıl (tabii ki en fazla 2-3 saat) uyurken annenin gündüz uyarıcıların çokluğu sebebiyle uyuyamaması. Burada Murphy kuralları devreye girer ve anne tam uykuya dalacakken bebek uyanır. Süt üretimini arttırmaya çalışan anne, yorgunluk sebebiyle başarılı olamaz ve bebek doymaz. Doymayan bebek çığlık çığlığa ağlar, susturmaya çalışmak ise beyhudedir.
Gündüzü gecesi birbirine karışan anne, yemek yemek, ihtiyaçlarını gidermek ve biraz kendine ait zaman bulmak konusunda çok şanssızdır. Artık saati bebek saatidir.
Gündüz daha rahat uyuyan, gürültüde ve seste uyuyakalan bebek geceleri cin gibi olur. Beşiğine koyulduğunda sensör çalışır ve bebek ağlamaya başlar. Kucağa alınınca sakinleşir, beşiğe koyulunca ağlar. Bu anne ve bebekten biri yoruluncaya dek devam eder. Belki burada baba devreye girerse anne biraz yatakta uzanarak dinlenme fırsatı bulabilir. Beşik mücadelesinin galibi genelde bebek olur ve beslenme sürecinin sonunda uykuya dalarak anneye biraz dinlenme saati verir. Yazık ki bu süre çok uzun olmayacaktır. Gaz sorunları baş göstereceğinden bebek en fazla 1 saat sonra ağlayarak uyanır. İlk günlerde bebeğin neden ağladığını keşfetmek çok zordur.
Eve gelen her ziyaretçi bebek uzmanıdır. Bebeğin ağlamasıyla aç olduğunu şıp diye anlayıverirler. Annenin gücü genelde uzmanları susturmaya yetmez ve yenilgiyi kabullenerek bebeği besler. Biberon sever bebek annesinden çok plastik veya kauçuk uçlu yapay emzikleri, neye benzediği anlaşılmayan mamaları tercih eder. İşte bu nokta annenin kendisini yetersiz hissettiği, bebeğine iyi bir anne olmadığı konusunda kendine kızdığı yerdir. Oysa ki bu çok yersiz bir kaygıdır.
Lohusa kadın 40 günden geri sayıp, günleri çarpı koyarak işaretleyerek günlerini geçirdiği için anın tadını çıkaramaz. Ama zaten tadı çıkacak fazla bir şey de yoktur.
Keskin bıçakla ayrılmış gibi 40 gün bittiğinde sorunlar büyük ölçüde biter. Artık anne bebeğin yemek, uyku düzenine alışmıştır. Dünyadaki varlığını kabullenen minik ise artık daha az ağlamaktadır.
Mutlu günler çok yakındadır, yalnız biraz daha kulaç atmak, biraz daha koşmak gerekiyordur...

Barbie Bebek Aşkına!

Her kız çocuğun oyuncakları arasına katmak istediği bir Barbie bebeği vardır. İşte ben de onlardan biriydim. Ablamın Barbie'si kıvırcık kızıl saçlı, parlak pantolonlu ve topuklu ayakkabılıydı. Benim ise sapsarı saçlı, yeşil tulum elbiseli ve yeşil topuklu ayakkabılı bir Sindy bebeğim vardı. Daha çok bebeğim olsun, çeşit çeşit olsun isterdim. Barbie bebeklerle oynamak, onları giydirmek ve süslemek ablamla en çok sevdiğimiz oyunlardan biriydi.
Büyük alışveriş merkezlerinin, marketlerin yeni yeni İstanbul'da çoğaldığı küçüklüğümde ben de bir Barbie evi sahibi olmak istemiş ve anne-babam tarafından reddedilmiştim. O gün onlara söylediğim söz dün gibi aklımda: "Benim çocuğum olursa ben ona Barbie bebek evi alacağım." Artık sözümü gerçekleştirme zamanı geldi, Yonca'nın Barbie bebekle oynama yaşı gelir gelmez o Barbie bebek evi ne yapıp edilip alınacak ve sözümü yerine getirmiş olacağım.
Barbie bebek sözü açılmışken, geçenlerde bitirdiğim sevgili Sunay Akın'ın Ay Hırsızı kitabında Barbie bebekle ilgili kısma değinmek istiyorum.
Alman Hausser oyuncak fabrikası tarafından üretilen Bild Zeitung gazetesinin karikatür kahramanı Bild Lilli karakteri çok popüler olmuştur. Amerikalı oyuncak üreticisi Eliot Handler eşiyle gezi için geldiği İsviçre'de Bild Lilli oyuncağıyla karşılaşır. Oyuncak bebeği çok beğenen çift Amerika'ya döndüklerinde Barbie bebeği üretmeye başlarlar. Ürettikleri bebek Lilli'nin ikizi gibidir. Bebeğe kızları Barbara'nın ismi olan "Barbie"yi uygun görürler. Böylece dünyaca ünlü bir oyuncak raflarda yerini almış olur.


Anne Olmak

Anne olmak artık sen olmamak demek.
Anne olmak anneni daha iyi anlamak demek.
Anne olmak ağır uykunun ortasında bir nefes farklılığına uyanmak demek.
Anne olmak empati kurabilmek demek.
Anne olmak hoşgörülü olmak demek.
Anne olmak anlayışlı olmak demek.
Anne olmak kalender olmak demek.
Anne olmak günü geçirmek yerine yarını düşünmek demek.
Anne olmak kalbinin o minik için atması demek.
Anne olmak aşk kavramının anlamını anlamak demek.
Anne olmak yapıcı olmak demek.
Anne olmak güçlü olmak demek.
Anne olmak sevgiyle yaklaşmak demek.
Anne olmak başkalarını düşünmek demek.
Anne olmak artık ayakkabı ve çanta almayı düşünmemek demek.
Anne olmak önceliklerin farklılaşması demek.
Anne olmak hissiyatlı olmak demek.
Anne olmak farklı bakış açılarını yakalamak demek.
Anne olmak tek derdi fazla kiloları olmamak demek.
Anne olmak kalbinin artık daha farklı atması demek.
Anne olmak fedakar olmak demek.
Anne olmak acını unutmak demek.
Anne olmak güçlü olmak demek.
Anne olmak kurtarıcı olmak demek.
Anne olmak sıcaklık demek.
Anne olmak ince düşünmek demek.
Anne olmak bencillikten uzaklaşmak demek.
Anne olmak kadınlığın en yüce duygusu demek.

Bu vesileyle öncelikle annemin olmak üzere diğer tüm annelerin
Anneler Günü'nü şimdiden kutlarım.

Aşağıdaki linkte Sarah Kay adlı sözel şairin Ted Talks ile konuşması var.
Duygu dolu bir konuşma, tavsiye ederim.

Tracy Hogg Sen Rahat Uyu!

2.ay kontrolümüz sonrasında doktorumuz artık yavaş yavaş uyku düzenine geçebileceğimizi, Yonca'nın kendi kendine uykuya dalması gerektiğinden bahsetti. Kontrol sonrası birkaç kez başarısız denemem sonucunda kızımın ağlamasına kıyamadım ve bıraktım. Bizim yöntemimiz anne kokusuyla iyice dalmasını sağlamak ve sonrasında beşiğine koymak oldu. Gece rutinimiz klasik müzik ve kırmızı ışık eşliğinde uyumaya devam ettik.
Ama bu durumun hep bu şekilde devam etmeyeceğini düşünerek üçüncü ay kontrolünde doktorumuza tekrar danıştım. Eğer memede uykuya dalmıyorsa sorun olmayacağını, kokuyla uyuyabileceğini söyledi. Ama bu yanıt beni hala tatmin etmemişti.
Sonunda arkadaşım Dilara'nın da önerisiyle kendi kendine uyuması gerektiği fikri kafamı iyice meşgul etmeye başlamıştı. Malum, bu çocuk yarın öbür gün ben evde olmadığımda uykuya dalamayacak mıydı? Bu fikirden yola çıkarak konuya yoğunlaştım. Ağlayarak uyutma fikri her ne kadar ürkütücü gelse de ben kafama koymuştum ama eşim bu fikre sıcak bakmadı. Bana da bu durumda ikinci bir alternatif bulmak kaldı. İşte tam o sırada Tracy Hogg'un yatır-kaldır uyku yöntemiyle tanıştım. İnternette kısa tanımı bulunan uyku yöntemini derinlemesine öğrenmek için Tracy Hogg'un kitabını aldık.
O sıralar ben çok ağır bir grip geçirdiğim için önce iyileşmeyi bekledim. Sonunda gün geldi ve öğlen uykusunda denemeye başladım. İlk gün itibariyle 45 dakikalık bir mücadele sonucu Yoncacığım şişmiş gözlerle uykuya daldı. Uykusu her ne kadar yarım saat sürse de bir sonraki denememde 15 dakikada uykuya daldı. Bu yöntemi akşam uyguladığımda biraz daha rahat ettim. Daha kısa bir sürede Yonca uykuya daldı, tam rahat ettik derken biraz sonra bir ağlama.
İki zorlu gün geçtikten sonra ben de kızım da bu duruma biraz daha adapte olmuştuk. Tabii bu arada bazı büyüklerimizin ama çocuk ağlıyor, al kızım kucağına demelerine kulak asmayarak devam ettim.
Sonunda Yonca en azından geceleri için kendi kendine uyuyor hale geldi, hala gündüz uykularında sıkıntılarımız oluyor. Annem ve Nebiş'in kendi tarzlarında uyutmalarına kızım çok güzel bir uyum sağlıyor ve uykusu varsa onlara itiraz etmeyerek ya beşiğinde ya kucakta uyuyakalıyor.
Tracy Hogg'a şükranlarımı sunarım...


22 Ekim 2013 Salı

Sis

                                         
       Evden alelacele çıktım. Soluk soluğa otobüs durağına geldiğimi görenler işe yetişiyorum sanır, oysa avare yıllarımın tam ortasındayım. O günlerde sık sık Kocamustafapaşa’ya giderdim. Önce Eminönü, sonra Kocamustafapaşa otobüsü. Sanki eski İstanbul’u yeniden keşfetmiş gibiydim. O zamana kadar ne Kocamustafapaşa beni tanırdı, ne ben Kocamustafapaşa’yı!
Eskilerin İstanbul’u şimdikinin onda biri bile değildi. Ninem Eminönü’ne gideceği zaman dedeme “Yarın İstanbul’a alışverişe gideceğim.” Derdi. Bana gelince, oturduğum semti bile tam olarak bilmem. Hele sokak isimlerini hiç aklımda tutamam!
     Otobüsten iner inmez birkaç yüz metre ileride, tarihi evlerin sıralandığı Arnavut kaldırımlı sokakta köhne bir kahvehane vardı. İşletmecisi, müdürü, garsonu, ocakçısı aynı kişi. Başında kasket, omzunda buruşuk, kirli peşkir, üzerinde kolları sıvalı, üstten iki düğmesi açık eski püskü bir gömlek, yüzünde illaki bıyık ve hafif sakal. Kahvecimiz! Mekâna gelince, masalarla sandalyeler eski tarz ve ahşap. Tuvalet çay ocağının hemen arkasında. Kapı var, pencere yok! Amonyak kokusu dışarıya sızmış durumda ve en kötüsü sigara dumanından göz gözü görmüyor.
     O zamanlar briçle kalkıp briçle yatıyor, kulüplerde yarışmalara katılıyorum, hani neredeyse rüyalarıma giriyor. Kocamustafapaşa’lı dostlarım bu konuda hiç fena değiller. İş güç sahibi insanlar, bazıları da üniversite öğrencisi. Her akşam saat 7.00, en geç 8.00 den sonra burada toplanıp bir iki masa oluşturuyoruz. Eve dönüş genellikle gece yarısında sonra!
       Çaylar kahveler içildi, oyun bitti, kritikler yapıldı, hesaplar ödendi, sonunda kalkma saati geldi. Genellikle Vasfi ağabey kardeşi Nusret’le eve dönerken Vosvosuyla beni otobüse yetiştirirdi. Arada sırada oyun uzar, o zaman sağ elini şöyle bir yukarı kaldırıp  “Merak etme, ben seni Aksaray’a bırakırım.” Derdi. Ondan sonrası kolay, Taksim üzerinden ver elini Beşiktaş!
       O gün de diğerlerinden farklı değildi. Beni otobüs durağına bıraktılar. Her zamanki karşılıklı el sallamalar. Onlar yollarına gitti, ben de Eminönü otobüsüne bindim. Otobüs hareket etti, her şey yolunda. Aksaray’a vardık. Pencereden dışarı bakıyorum, Laleli’yi geçince otobüsümüzün önceleri hafif, sonra yoğun bir sisin içine girdiğini fark ettim. İçeride şoför, biletçi, ben ve birkaç yolcu daha var. Beyazıtı geçip Çemberlitaş’a geldiğimizde sis iyice yoğunlaştı. “Neredeyse göz gözü görmez oldu” diye düşünürken birkaç yüz metre ileride adeta kâbusa dönüştü. Sanki eski Skoda otobüsün camlarına beyaz kalın perdeler çekilmiş gibi!
     Şoför otobüsü yavaşlattı ama hala gidiyoruz. Yerimden kalkıp ön kapıya doğru ilerledim. Gördüğüm manzara beni iyice şaşırttı. Şoförümüz vasıtayı kör uçuş yapan pilot gibi önünü görmeden kullanıyordu. Hemen yanımdaki koltuğa çöküp demire sıkı sıkı tutundum. Az sonra bir çatırtı duyuldu ve otobüs zınk diye durdu. Kısa bir sessizlik. Şoför arkaya doğru dönüp “Ben sis geçene kadar burada kalıyorum, siz de kalabilirsiniz, ya da nasıl isterseniz.” Dedi.
     Herkes otobüsten inip dört bir yana dağıldı. Çaresiz, ben de indim. Göz gözü görmüyor! Otobüse tutuna tutuna önünden döndüm, derken ayağım bir şeye takıldı. Eğilip yokladım; kaldırım! Sol elimle otobüsü bırakmamaya çalışıyorum. O arada ön tekerleklerin kaldırımın üzerinde olduğunu hissettim. Tahmini olarak yön tayinine çalıştım. “Burası kesinlikle adliyeye giden yol, ama yolun girişi. Şoför farkında olmaksızın direksiyonu hafif sağa kırıp bu yola girmiş olmalı. Sonra yolu tam dönemediği için kaldırıma çıkıp birkaç metre de burada gitti.” Diye düşündüm. Sağ taraf adliyeye gidiyor, yolun solunu takip edip kaldırımdan kesinlikle inmemeliyim. Elimi otobüsten çekip Topkapı sarayına doğru hafif meyille inen yola kendimi bıraktım. Bir karış ileriyi görmek mümkün değil. Başımı eğdiğimde, bırakın ayaklarımı, belden aşağımı göremiyorum. Arkama döndüm, otobüs filan çoktan kaybolmuş. Yüreğimin sıkıştığını hissettim. İçimi nefessiz kalır mıyım endişesi sardı. Sonra olur mu öyle şey deyip, kendimi toparladım. Düşünmem gereken bu değil! Bir süre sonra kaldırım bitecek. Düz gidersem Topkapı sarayının kapısına yönelir ve iyice kaybolurum. Eski anılarımdaki tramvay ve troleybüs hatlarını düşünüp yoldaki kavisi hatırlamaya çalıştım. Dönüş oldukça sert, sanırım L harfi şeklindeydi. Bir yandan yürüyor, bir yandan da hafızamı zorluyordum. O güne kadar yüreğimin bu denli daraldığını hiç hatırlamıyorum.
       Ansızın tökezledim, ama düşmeden kendimi toparladım. Hafif sola doğru körlemesine yürümeye başladım. Bir dakika mı, on beş dakika mı, ne kadar yürüdüğümü şimdi hatırlamıyorum. Avuçlarım gövdemden ileride yürürken ayaklarım yeniden bir engele takıldı. Eğilip dokundum; kaldırım! İçimden “Eğer aşağıya doğru gidiyorsa doğru yoldayım. Kaldırımı bırakmak yok. Biraz yürüyeyim, sonra hafif sağa yönelip duvarı yakaladım mı ver elini Gülhane parkı. Acele işim yok! Tek amacım bir an evvel kendimi Sirkeci garına atmak. Orada güvende olurum.” Diye düşünürken sağ elim duvara değdi. Bu iyi! Aman sakın bırakma. Parmaklarımın ucuyla hafifçe duvara dokunurken, sol elimi ileriye uzatmış kendimi korumaya çalışıyorum. Adım atmıyor, ayaklarımı adeta sürüklüyorum. Bu kaldırım da bitti. Şimdi buradan dümdüz gidip aslan veya kurt kafesine girersem! Aman çocuk, sakın yanlışlıkla Gülhane parkından içeri dalma! Neyse ki hala gülebiliyorum. Bir yandan da rotamı hafiften sola çevirip parkın öbür tarafındaki kale duvarını bulmaya çalışıyorum. Keskin dönüş yapmak yok. Sonunda kaldırımı ve kale duvarını bulup adeta karış karış ilerleyerek yola devam ediyorum. Sessizlik şu anda bana sisten daha yoğunmuş gibi geliyor. Sanki yere bir yaprak düşse duyulacak. Korkutucu! O gece yalnızlığın sadece manevi değil, maddi tarafını da tanıdım. Yol öylece devam etti. Sokak aralarına hiç sapmadan dosdoğru giderek yolu bitirdim. Yüzlerce, belki de binlerce defa geçtiğim yolun krokisi elimde değil ama beynimde. Burası kesinlikle Sirkeci Meydanı. Sağa dönersem belki Sirkeci garının ışıklarını görebilirim. Evet, ışıkları hayal meyal fark ettim ve oraya doğru yöneldim.
       İstasyona girdiğimde derin bir nefes aldım. Oh, kurtuldum! İçeride hayat hiçbir şey olmamış gibi devam ediyor. Ama sanırım buraya sığınmış birkaç kişi daha var. Pencereden dışarıya bakan bir adama yaklaştım. Dönünce göz göze geldik.
      —Biraz açıldı galiba.
      —Evet, Sultanahmet’ten geliyorum.
      —Oralar nasıl?
      —Sorma, duvarlara tutuna tutuna geldim. Otobüs Sultanahmet’te kaldırıma çıktı.
      —…
      —Dahası da var. Belden aşağımı göremiyordum. Yola alışkın olmasam kim bilir nerelerde kaybolmuştum.
      —Böylesini ben de ilk defa görüyorum. Yolculuk ne tarafa?
      —Gidebilirsem Beşiktaşa!
       Çıksam mı, çıkmasam mı diye tereddüt ettim. Sonra hiçbir şey söylemeden kapıya yönelip sağ tarafa, denize doğru yürümeye başladım. Görüş mesafesi çok kısıtlı. Ancak yolu ve biraz önümü görebiliyorum. Sahile vardım, varacağım derken sis tekrar artmaya başladı. İçimi yeniden bir korku sardı. Ya göremez de denize düşersem! En iyisi hafif sola dönüp Eminönü istikametine doğru yürümek. Yani biraz sola, biraz sağa. Bir süre sonra az ilerimde kıyıya vuran dalgaların sesini duydum. Bu taraftan! Sesin geldiği yöne doğru dikkatlice birkaç adım attığımda rıhtımı hayal meyal seçebildim. Acaba köprüye yakın mıyım? Tekrar yeni bir sis bulutunun içine girdim. Nerede bu köprü? Otuz kırk metre yakınımda, bundan eminim ama nerede? Onu bulursam korkularımı ve yalnızlığımı gidermiş olacağım. Birdenbire elim bir şeye değdi: korkuluk! Hemen yakaladım! Eh, gerisi kolay diye düşündüm. Çok rahatlamıştım. Artık tutuna tutuna giderim.
     Karaköy iskelesine yaklaşırken sis biraz azaldı. Beş on metre önümü görmeye başladım. En iyisi burada bir süre mola vermek. İçeride fazla kalabalık yok. Birkaç kişi dışarı bakıyor. İçlerinden biri “Merhaba” dedi ve hiç beklemeden söze girdi:
      —Nereden geliyorsun? Sis nasıl?
      —Sultanahmet’ten. Bir ara belden aşağımı göremez oldum. Korktum, nefes alamayacağımı sandım!
      —Biz de burada kaldık. Diğer adam,
      —Yolculuk ne tarafa?
      —Beşiktaş’a. Siz nereye?
      —Gidebilirsem Taksim’e.
Bu sözden beraber olmadıklarını anladım. Onlar da benim gibi tesadüfen oradalar. Burası istasyon kadar geniş ve ferah değil. Orada fazla beklemedim, burada hiç kalamam. Adamlara “hoşça kalın” deyip kapıya yöneldiğimde Taksim’e gideceğini söyleyen adam:
      —Arkadaş, bekle ben de geliyorum.
      —Tamam.
       Sis yoğundu ama önceki kadar değil. Beraberce yürümeye başladık. Derken Dış Hatlar yolcu salonuna yöneldik. Adam eliyle ileriyi işaret edip:
      —Gene buhar kazanına giriyoruz!
      —Evet, çok yoğun.
       Sultanahmet’te ve Eminönü’nde karşılaştığım sisin bir benzerine daha daldık. Birbirimizi kaybetmemek için adeta omuz omuza gidiyoruz. Fakat birden yol arkadaşım hafifçe sendeleyip durdu.
      —Ayağım bir şeye takıldı!
Kaldırımın kenarında duran taşı almak için eğildiğinde birkaç adım daha ilerledim. Sonra durdum.
      —Niye aldın o taşı?
      —Burası çok ıssız. Az ileride göz gözü görmüyor. Ne olur ne olmaz!
Doğrusu ben az ilerideki tehditten çok, ardımda yürüyen adamın elindeki taştan ikirciklendim.
      —Haklısın. En iyisi sen öne geç!
Yol arkadaşım ister istemez öne geçti, ben de bir adım arkasında. Önce adımlarımı yavaşlattım. Sonra birkaç dakika olduğum yerde durdum. Böylece arayı mümkün olduğu kadar açtım. Adam yoğun sis içinde gözden kaybolup gitti. Gene sis bastırmıştı. Küçük adımlarla, ayaklarımı sürüye sürüye yürürken zemindeki kaldırım taşlarını hissetmeye çalışıyorum. Biliyorum ki taşların asfalta dönüştüğü yerde ana yola çıkmış olacağım.
       Öyle de oldu. Ansızın arkamdan gelen korna sesiyle irkildim. Geriye dönüp baktığımda havada oturuyormuş gibi görünen bir adamın bana doğru yaklaştığını hayretle gördüm. Hemen sisin içinden çıkan iki far ve bir tampon. Ardından eski model Plymouth araba. Adam kaputa oturmuş, ayaklarını tampona dayamış, eliyle işaret edip şoföre “gel gel” diye talimat veriyor. Otomobil tam önüme geldiğinde, pencereden başını dışarı çıkaran yolcuya  “Beşiktaş” diye seslendim. Adam arkayı işaret ederek:
      —Atla! Dedi.
Tereddüt etmeden kapıyı açıp kendimi arka koltuğa attım.
      —Hay Allah razı olsun! Bu ne yahu?
      —Vallahi biz de şaşırdık. Böyle bir şeyi ilk defa görüyoruz.
Kabataş’a doğru sis inceldi. Şoför arabayı durdurdu, başını pencereden çıkarıp kaputun üstünde oturan adama:
      —Artık görüyorum, sen içeri gir de hızlanalım. Dedi.
Kapıyı açıp yanıma oturdu. Şaşkınlığını hala üzerinden atamadığı belliydi. Arabadan Beşiktaş’ta inip eski tramvay caddesinden karşıya geçerek çarşı içine girdim. İnanılmaz! Burada sisten eser yok!
     Sabah uyanınca önceki akşam yaşadıklarımın gerçek mi yoksa rüya mı olduğunu düşündüm. Kahvaltı ederken gazetenin sayfalarını merakla çevirip sisle ilgili tek bir satır bile göremeyince, öylece kala kaldım.