27 Şubat 2014 Perşembe

Fark Yaratma Yolculuğu

Bumerang deneyim günleri etkinliklerinden birine katılma şansını elde eden 20 blogger'dan biri olarak, ilk farkımı yaratmış bulunmaktayım. Bundan sonrası için Ali Poyrazoğlu'na kulak vermem gerekiyordu ve ben de işte bu sebepten dolayı 25.02.2014 akşamı Borusan Oto Dolmabahçe Sahne'de yerimi aldım. Atmosfer itibariyle çok başarılı bir seçim olmuştu. İçeri girer girmez fark yaratan ve sanat dostu olan markanın etkisini hissettim. Kafesinde dinlenirken diğer bloggerlarla da tanışma şansım oldu. Sanal ortamda bildiğimiz veya bilmediğimiz bloggerlarla yüzyüze karşılaşmak çok keyif vericiydi. 
Büyük usta kafeye gelip bizi kendi uslubuyla selamlayarak güldürdü ve hazırlanmak üzere sahneye geçti. Sahne dediğimiz yer butik bir tiyatro aslında. Sandalyelerimiz sahneye doğru çevrilmişti, biz de yerimizi aldık ve heyecanla beklemeye başladık. 
Kulisten beliren Ali Poyrazoğlu sandalyeleri kenara çekmemiz gerektiğini ve egzersiz yaparak fark yaratma yolculuğumuza başlayacağımızı söyledi. Söyleneni yaptık ve ayağa kalkarak hazır bekledik.
İlk yapmamız gereken doğru nefes almayı öğrenmek oldu, sonrasında cenin halinde bile kalp atışlarımız ile başlayan ritme taşıdı bizi ve vücudumuzu dinlememizi, kendimizi daha iyi anlamamızı sağladı bu egzersizle.
Isındıktan sonra asıl konuya geçmeye hazırdık ve ilk çalışmamız hayal gücümüzü başkalarının gözünde yaşanabilir hale getirmekti. Bunun için seçilen 5 kişiden, bir mekanla ilgili nesneleri ardı ardına saymaları istendi. Sonrasında herkes birbirinin cümlelerinden devam ederek bir hikaye anlatmaya çalıştı. Bu egzersizlerde de eksiklerimizin olduğunu gören büyük usta, bizi hayal dünyasına taşıdı ve gözlerimizi kapattık, orada bizzat bulunup geri geldik. 
Cümle aralarında bile o kadar etkileyici sözler ve yararlı öğütler verdi ki, hafızamın hepsini hatırlamasını çok isterdim. Aklımda kalan birkaç konu var, kendince bir özet yapmış zihnim demek ki.
Fark yaratmanın aslında insanın kendine olan yolculuğu olduğunu, bunun bir yol haritası olmadan gerçekleşemeyeceğini söyledi. Hepimizin doğduğunda sanatçı olarak doğduğunu, bazılarının bunu keşfedip yoluna devam ettiğini, bazılarının ise bunu körelttiğini söyledi. Bugünün farklılıkları yarının standartlarıdır derken bize farklı olmaktan korkmamayı, hatta farkı bulmuşken de kaçırmamamız gerektiğini hatırlatmış oldu.
Küçükken tam özgüvenle yarattığımız farkın, önce aileden başlayarak köreldiğini ve bu yüzden yenilik yapmamız gereken durumda yapamadığımızı belirtti. Bunu engellemek adına kendimize sınır koymamamızı öğütledi.
İnsanın fark yaratması kendine meydan okumasıyla gerçekleşir. Rakibinize, arkadaşınıza, iş arkadaşınıza attığınız fark fark değildir. Eğer insan her seferinde kendi kendine meydan okuyup daha iyisini yapabiliyorsa fark yaratan bir birey olmuştur. Bu da benim düne dair sentezim.
Ali Poyrazoğlu'nun bize çalışmayı öğütlemesi, kitaplar önermesi ve samimi tavırları, kendisine bir kez daha hayran kalmamı ve onu bir kez daha alkışlamamı sağladı.
Bu güzel etkinlikten geriye büyük bir tebessüm, yeni organizasyonlar için dört gözle ve heyecanla bekleme, Bumerang ve ekibine müteşekkirlik ve en önemlisi fark yaratma isteği kaldı!



25 Şubat 2014 Salı

Batıl İnançlarım

Benim batıl inançlarım ilk olarak annemin çantamı ters koyarsam sınıfta kalacağımı söylemesiyle başladı. O kadar çok endişeliydim ki, yanlışlıkla bile çantam ters kalsa hemen koşar düzeltirdim. O an için sınıfta kalmak fikri bana korkunç geliyordu.
Şimdi dönüp baktığımda batıl inançlarımın sadece bununla sınırlı kalmadığını görüyorum, tıpkı dövme yaptıran insanların ilk dövmeyle asla yetinmemeleri gibi...
Batıl inanç sinsilesinde bıçaklar, makaslar gibi sivri nesnelerin elden elde geçmemesi, kalıp sabunun elden verilmemesi var. Tuz, karabiber gibi bilimum baharatları masadan birisi benden isterse, garip bir şekilde önüne bırakıyorum.
Yıllar geçtikçe kara kediyle ilgili batıl inancımı yenmiş olmaktan gururluyum. Zavallı kedicikleri görünce bana kötü şans getireceğini düşünmek ne kadar da gereksizmiş meğer. Bizdeki bu batıl inancın bazı inanışlarda tam tersi olduğunu öğrendikten sonra belki de ben yanlış yapıyorum diye düşünüp bırakmayı denedim. 
Kendime dönüp baktığımda hala birçok batıl inancım olmasına rağmen yendiklerimi görünce kendimle gurur duyuyorum. Yılmadan devam edip batıl inançlarımın üstesinden geleceğim.


4 Şubat 2014 Salı

Yalnızlığa Direnmek

     
       O gün İzmir güzel bir ilkbahar sabahını yaşıyordu, hava ılık mı ılık, gökyüzü masmaviydi. İnsanlar evlerinden sokağa çıkmadan önce yeni bir günün getirip götüreceklerine hazırlanıyorlardı.  Her zamanki gibi erkenden kalkmış, ta akşamdan planladığı günlük programını uygulamaya çoktan başlamıştı. Karısına seslendi.
      -Saliha, dolaptan ütülü bir gömlek verir misin? Bugün duruşmam var.
      -Sen kahvaltını ederken beş dakikada ütülerim.
Yıllarca farklı farklı kasaba ve şehirlerinde yürüttüğü hâkimlik mesleğinden ayrılalı çok olmamıştı. Kısa bir süre önce de avukatlığa başlamıştı. Hala genç sayılırdı, onu gören ellinin biraz altında veya üstünde sanırdı. Koyu kestane rengi saçları hafifçe kırlaşmıştı ama sağlığı yerindeydi. Çok sevdiği biricik kızı orta öğrenimini hep takdirnameler alarak tamamlamış, sonra mühendis mektebini dört yılda bitirip mastırını da yapınca, büyük bir inşaat şirketinin proje bölümünde dolgun maaşla çalışmaya başlamıştı. Bir arada çok güzel aile tablosu çiziyorlardı ve mutlu olmamaları için hiçbir neden yoktu.
       Kendi kendine “Bugün çok koşturduk yahu” dedi. “Hâkimken bu kadar yorulmuyordum doğrusu.” Ama işlerin büyük bir kısmını toparlamıştı. Öğle yemeğini çok beğendiği tarihi lokantanın bahçesinde palmiye ağaçlarının gölgesinde yerken bir yandan da caddeden gelip geçenleri seyrediyordu. Birden irkildi, “Aa, Necla!” Gördüğü manzaraya inanmaz gözlerle odaklanmaya çalıştı. Kızı bir adamın koluna girmiş, dünya umurlarında değilmiş gibi yürüyorlar. Ne halt edeceğini şaşırdı. Bir sürü karmaşık duygunun arasına kıskançlık da girmedi değil hani! Sonra belli belirsiz bir tebessüm, “Yahu bu kız ne benim ne annesinin yanında bu kadar mutlu görünmüyordu.” Fakat iş bu kadarla kalsa umurunda bile olmaz, akşam eve gittiğinde karısına keyifli keyifli anlatıp kızına da “Kız çapkın, hani ben neyse, anana niye anlatmıyorsun?” diye sitem edebilirdi. Ancak gördüğü manzara farklıydı. Kızının koluna girip başını omzuna yasladığı ak pak saçlı adam kendinden bile yaşlıydı. Dondurma tezgâhının önünde durdular, birer külah dondurma alıp yirmili yaşlarda iki sevgili gibi sarmaş dolaş, güle oynaya yollarına devam ettiler. “Bu ne yahu? Adam damadım değil, olsa olsa ağabeyim olur, hem de elini öpeceğim kadar yaşlı. Dur be! Bu meslek de beni fesat yaptı, belki iş yerinde çok sevip saydığı bir büyüğüdür. Eve gidince anasının ağzını aramak şart oldu.”
       Düşündüğü gibi yaptı. Elbiselerini çıkarıp her zamanki titizliğiyle gardıroba astı. Pijamasını giyip lavaboya yöneldi. Sonra gidip salondaki koltuğuna oturdu ama sehpanın üzerinde duran gazetesine elini bile sürmedi. Karısına seslendi,
      -Saliha, Saliha!            
      -Mutfaktayım, az bekle. Çayları alıp geliyorum.
Kadın kocasının hemen yanındaki kanepenin kenarına ilişti,
      -Ee, bugün neler yaptın?
      -Yaptıklarımı boş ver!
Kocasının birden ciddileşen yüzünü fark etmemiş görünüp,
      -Aa ne oldu ayol?
      -Bugün işleri bitirdikten sonra öğle arası yemek yerken karşı kaldırımda kimi gördüm dersin?   
      -Kimi?
      -Kimi olacak, bizim kızı! Bir adamın kolunda! Çok da samimi görünüyorlardı.
      -Ee, ne var bunda? Genç kız, okulunu da bitirdi. Devir değişti, senin benim yapamadıklarımızı şimdiki gençler yapıyor.
Kadın kırkını çoktaan geçmişti ama bu sözü de bayağı cilveli söylemişti hani, fakat şimdi bunu düşünecek durumda değildi, doğrudan konuya girdi.
      -Senin dünyadan haberin yok. Adam benden sekiz on yaş büyük. Ulan bırak kızı, senin için bile yaşlı.
Bu cümleyi söylerken biraz münasebetsiz kaçtığını ve durumun vehametine uymadığını düşünüp birden ciddileşti. Ama kadın hiç oralı değil!
      -Ne olmuş? Erkeğin yaşlısı daha kıymet bilir.
      -Saliha, sen ne dediğinin farkında mısın?
      -Onlar beş yıldır görüşüyor. Kızın da o adama deliler gibi âşık.
Eşinin bu sözleri sabrını taşırmaya yetti.
      -Demek hanımefendinin her şeyden haberi var. Bir de koşa koşa gelip bilgi veriyoruz. Kendi evimizde beş yıldır enayi yerine konulmuşuz. Valla senin bu kadar düşüncesiz olduğunu bilmezdim!
      -Niye düşüncesizlik olsun canım, birbirlerini seviyorlar!
      -Yahu! Kızın daha kırkına gelmeden adam sekseni geçecek be!
Ne söylediyse anlatamadı. Zaten kadın nikâhta keramet vardır diyor, başka bir şey
demiyordu. Bunlar kararlarını vermişler diye düşündü. Daha fazla üsteleyip zaten kaçan huzurunu daha da örselemek istemedi. Yanız o akşam kızına düşüncesini sorduğunda evlenmek istediğini belirtince içinden ne haliniz varsa görün deyip bir daha bu konuyu açmadı.
       Bir kaç ay içinde söz kesilip nişan yapıldı. Nikâh fazla beklemedi, ama biricik kızının düğününde nikâh fotoğrafı çekilirken kendinden yaşlı damadın yanında mutlu bir kayınpeder görüntü sergileyebilmek için bir hayli gayret sarf etti. Tabii yakın dost ve arkadaşlarının ince esprilerine katlanırken de!
       Aradan bayağı bir süre geçti.  Avukat bey ve eşi saçları biraz ağarmış, yüzlerinde hafif kırışıklıklar, gözaltlarında torbalar oluşmasına rağmen, adeta kızları daha doğmadan önceki yeni evlilik yıllarına geri dönmüşlerdi. Karısına durum nasıl diye pek sorduğu yoktu ama kadının keyifli halinden, eve geldiğinde çayları getirirkenki cilveli yürüyüşünden sormaya gerek olmadığı sonucuna varıyordu. Hatta zaman zaman “Yahu kim ne derse desin bizim hanım haklı galiba, dediği gibi adam kızın kıymetini biliyor. Ne de olsa güngörmüş yaşlı başlı adam! Fazla ters gitmemekle iyi ettim” diyordu.
       Nikâhtan sonra bir yıl henüz geçmişti ki annenin yüzü asılmaya başladı. Bir şeyler sezinliyordu ama bir türlü soramıyordu. Kadın da inadına suspus, hiç konuşmadan öylece arpacı kumrusu gibi düşünmekte, ancak bu durum çok sürmedi. Sonunda kıyamet koptu. Hem de ne kıyamet! Bir gün anahtarları cebinden henüz çıkarmıştı ki içerden bir feryat figan, anne iki göz iki çeşme, kızın hıçkırıkları ta kapının dışından duyuluyor. Anahtarı kullanmaktan vazgeçip zili uzun uzun çaldı. Sonunda kapı açıldı. Eşi kapının ardında ağlamaktan kızarmış gözlerle öylece duruyor. Hemen eve girip kapıyı çabucak kapattı sonra kadına dönüp,
      -N’oluyor Saliha, ne var? Ana kız bu ne hal?
      -Ah! Ah! Sorma başımıza geleni!
      -Anlat kadın ne oldu? Şimdi çıldıracam ha!
      -Önce bir içeri geç, zaten konu komşuya yeterince rezil olduk!
      -Tamam tamam!
      -Ama ne olur sen de kıza bağırıp çağırma. Zaten morali bozuk, bir de ruh hekimlerine müşteri olmayalım.    
      -Allah Allah bu ne demek şimdi?
      -Şuraya otur anlatacağım.
Baba kendinden isteneni yaptı. Önce koltuğa ilişip sonra göz ucuyla sevgili kızına baktı. Gözlerini duvardaki eski saatin iki yana salınan sarkacına dikmiş, hiç kımıldamadan öylece bakıyordu. Bu haliyle ne kadar da hüzünlü görünüyordu. Daha bir yıl önce düğün gecesi herkese gülücükler dağıtıp mutluluğundan göklere uçan sanki o değildi.
       -Kocası buna seni boşayacağım demiş.
İçinden “Hıh üzüldüğü şeye bak! Ben şahsen o moruktan kurtulduk diye yapsam yapsam bayram yaparım,” diye düşündü.
      -Canı sağ olsun! Daha iyisini bulur. Pazartesi ben bir arkadaşa rica ederim, bir iki ayda biter. O nankör moruktan kurtuluruz! Ben de önemli bir şey oldu sandım.
      -Bugün işten eve döndüğünde kocası evdeymiş, suratı da bir karışmış. Daha merhaba filan demeden, durduk yerde “ Ben senden boşanacağım, işi zorlaştırma, birkaç gün içinde eşyalarını topla, evimi de boşalt! ” Demiş. Sonra da hiçbir açıklama yapmadan defolup gitmiş.
      -Kiminmiş? Kiminmiş? Ev benim be! Parasını ben ödedim sonra da kızın üstüne yaptım.
      -Biliyorum ama…
      -Aması ne?
      -Şey…
      -Ney! Ağzında gevelemeyi bırak da söyle!
      -Evi bir süre önce damadın üzerine yaptı.
      -Nee!
Gözleri şaşkınlıktan fal taşı gibi açılmış, yüzü öfkeden kıpkırmızı olmuştu. Ağzının kuruduğunu, dudaklarının uyuştuğunu hissetti. Birden yerinden fırladı. Kadın korkuyla bir adım geri çekildi. Ama bu defa bağırmadı, adeta fısıldar gibi:
      -Bunu da biliyordun değil mi? Ve tabii bana söylemedin!
Kadın kocasının bu halinin öfkesinden daha beter olduğunu biliyordu. Gelen fırtınayı sezmiş, gibi yeniden ağlamaya başladı. Ama artık ok yaydan çıkmıştı, eşinin gözyaşlarını her gördüğünde yüreği yumuşayan koca bu defa sinmedi. İşaret parmağını kadına doğru sallayarak, “Allahtan” dedi “Allahtan bu evi de senin üzerine yapmamışım, her halde sen de verecek birini bulurdun.”
      Hızla kapıya doğru yürüdü. Çıkarken birden geri dönüp yirmi sekiz yıllık eşine, aynı ses tonuyla:
      -Damadın kızını, ben de seni boşayacağım! dedi.

****
       Aslında İstanbul’a, İzmir’de yaşadığı kötü anılardan kaçmak için gelmişti. Ama bahanesi vardı. Üç büyük dava almıştı ve kazanırsa getirisi büyük olacaktı. İkisi tamam gibiydi fakat üçüncüsü ümitsiz vaka! Günlük masrafları çıkarmak içinse birkaç küçük dava, eh emekli aylığı da var!
       Adliyeden çıkınca bir dolmuşla Karaköy’e iniyor oradan ver elini Tünel, az yürüyünce Şişhanedeki otantik Sarı madamın kıraathanesi, arada sırada da Tepebaşı gazinosu. Yaz kış öğle sonralarını bu mekânlarda geçiriyordu. Buranın Haliç manzarası muhteşemdi! Zaten kaldığı pansiyonu da yeni tanıştığı nargile arkadaşları sayesinde bulmuştu. Yaşadıklarından sonra şu soğuk odayı bile sığınılacak bir yuva gibi görmüştü. Sarı madam’ın hemen karşısındaki sokak arasında bir ayakçı meyhanesi keşfetmişti ki değme gitsin! Mezenin hası kesinlikle buradaydı. Akşam meyhane çıkışında kıraathaneye uğrar, yeni tanıştığı Beşiktaşlı genç balıkçı arkadaşı çoğunlukla yanında olurdu. Bir köşeye oturmuş aralarında sohbet ederlerken bir yandan kahvelerini yudumlar, bir yandan da nargilelerini fokurdatırlardı.
       Balıkçı eğitim görmüş çok kitap okumuştu ama onun bildiği anlamda hiç çalışmamıştı. Her sabah yaz kış demeden saat dörtte kalkıp balığa gidiyordu. Ona göre oltayı suya erken atmak çok balık tutmak demekti. Bazen bir arkadaşının teknesinde, ama daha çok sahilde, yakaladığı balıkları tanıdık restorana veya yakındaki benzinciye bırakıp parasını ertesi gün, olmazsa daha sonra alıyordu. Kesinlikle açgözlü değildi. Pazarlığı sevmez, ne verirlerse alırdı. Bu yüzden müşterileri onu severdi. İşte böyle geçinip gidiyoruz derdi. Balığa da fazla takılmazdı. Ne zaman kıraathaneye uğrasa onu köşesinde çayını yudumlarken bulurdu. Bilirdi ki balıklarını satmış, işini bitirmiş.
      Tabii yanlarına başkaları da gelirdi ama hâkim herkesle samimi olmaz, kifayetsiz bulduğuyla dertleşmezdi. Dinlese de sessiz kalırdı. Bu balıkçı farklıydı, kendisine yakın görürdü. Onun servet düşmanı bir komünist mi yoksa devlet düşmanı bir anarşist mi olduğunu hiçbir zaman anlayamamıştı ama dertleşilebilecek bir insan olduğunu kısa zamanda fark etmişti. Bazen meyhanede, bazen kıraathanede, uğradıkları haksızlıkları, yapılan yanlışlıkları birbirlerine anlatırken adeta rahatlıyor ve teselli buluyorlardı. Balıkçı da az dertli değildi hani, başından geçen mahkeme ve adli tıp olayları ne eski yargıcı şaşırtmıştı. Ne de yargıcın anlattıkları balıkçıyı!
       Ayakçı meyhanesinde rakılarını yudumlayıp mezelerin tadına bakarken bir yandan da yoldan hızlı hızlı geçen insanları seyrediyorlardı. O gün hava bayağı soğuktu, yargıç “bu gece elektrik sobasını yakmalıyım” diye düşündü. “Durumu kurtarmak için de geç saate kadar bizim balıkçı ile oturup nargile içmeli. Hava çok soğuk, bunun yarın balığa gidebileceğini hiç sanmam! Ama ben erkenden adliyede olmalıyım.” Sonra birden arkadaşının bir şeyler söylediğini fark edip iç dünyasından çıktı.
      -Ne dedin?
      -Hiiç, sana bir balıkçı hikâyesi anlatayım mı? dedim.
Hafiften gülerek,     
      -Anlat bakalım!
      -Eskiden bu İstanbul’da bir balıkçı yaşarmış. Çok kabadayı adammış. Bileği de güçlüymüş. Balığa çıkmadığı zamanlar mesken tuttuğu kahvehanenin önünden ona eyvallah deyip selam vermeyen geçemezmiş. Gittiği meyhanelerde herkes suspus otururmuş, kavga çıkarmak için bile onun gitmesini beklerlermiş. Çok da yakışıklı adammış, bir gün sandalla Boğaz’daki yalıların önünden geçerken kıyıda güzel bir kız görmüş. Lafı uzatmayayım, gel zaman git zaman bunlar birbirlerine âşık olmuşlar. Meğerse kızın babası paşaymış, sarayda iyi bir mevkii varmış, kız da tek evladı. Bunlar bahçede falan buluşuyorlar fakat sonunda bu muhabbet babanın kulağına gidiyor. Tabii paşa bu! Duyunca küplere biniyor, bizim balıkçıyı huzuruna getirtiyor. Bakıyor yakışıklı çocuk, eli ayağı düzgün. Yaptırdığı araştırmaya göre pek bir yamuğu da yok! Paşanın kendi de kabadayı adammış. Balıkçıyı alıyor karşısına, “bak aslanım” diyor “böle böle önce bu âlemi bırakacaksın, sana bir iş bulacağız, doğru dürüst çalışacaksın. Kabulse kızı sana vereceğim” Bizimki zaten kıza sırılsıklam âşık, hemen kabul ediyor. Sonrası malum, yalıda düğün dernek…
Uzanıp kuruyan ağzına bir yudum rakı aldı ve hemen ardından birkaç yudum su.
      -Eee?
      -E’si sonunda bir oğlan çocukları oluyor.
Balıkçı burada bayağı güldü. Yargıç, “Bu akşam bi hoş, içkiyi fazla kaçırdı galiba,” diye düşünürken bir yandan da laf yetiştirmeye çalışıyordu.
      -Hepsi bu mu yani?
Balıkçı biraz sitem etti:     
      -Hâkim bey lütfen bir dakika dinler misiniz? Hepsi hepsi bir yudum rakı,  azcık da meze aldım nefes almak kabilinden, laf aramızda bu lahana dolması da çok güzel olmuş!
      -Bırak şimdi dolmayı da şu hikâyeni bitir, bakalım sonunu nasıl bağlıyacaksın.
Bu arada kendisi de devamlı atıştırıyordu.
      -Evet, gelelim hikâyemize, bir erkek çocukları oluyor. Yalıda herkes memnun, gel zaman git zaman paşa torunu büyür. Neredeyse buluğ çağına girecek ama babanın endişeleri var. Çocuk uşaklarla mürebbiyelerle adeta kız gibi yetişmekte, bu durum bizim balıkçıyı üzüyor. Bir gün çıkıp eski kayıkhanesine, yıllardır görmediği eski arkadaşlarının yanına gidiyor. İçlerinde en yaşlı ve kendine en yakın olanına derdini anlatıyor. O da çocuğu bana getir, bir tanışalım diyor. Birkaç gün sonra baba oğul yaşlı balıkçının yanına geliyorlar. Tanıştıktan bir süre sonra adam çocuğa “gel seninle bir oyun oynayalım” diyor. “Sen işaret parmağını şöyle benim yaptığım gibi kıvır, sonra birbirimizin ağzına sokalım ve ikimiz de aynı anda ısıralım, kim bağırırsa ağzı açılacak böylece öbürü çekip kurtaracak ve kazanacak, tamam mı?” Çocuk kabul ediyor, parmaklarını birbirlerinin ağızlarına sokunca karşılıklı ısırmaya başlıyorlar. Balıkçı biraz kuvvetli ısırınca çocuk ah! Diyor, adam da parmağını bunun ağzından çekip kurtarıyor. Yaşlı balıkçı eski arkadaşının oğluna “bak yeğenim, biraz daha dayansaydın ben bağıracaktım” diyor.
       Sessizliği ilk bozan yargıç oldu,
      -Bitti mi?
      -Evet.
      -Yani sen bana bu sıkıntılara biraz daha dayanmamı mı ima ediyorsun?
      -Böyle de anlaşılabilir ama ben kesinlikle bunu önermiyorum.
      -Yani?
      -Yani, sevdiklerine daha fazla acı çektirme, evine barkına dön diyorum. Sen buralara ait değilsin!
      -Zaten İstanbul’da işlerimi bitirdim, toparlanıp hafta sonunda İzmir’e döneceğim.
Sonra hiçbir şey olmamış gibi başka konulara daldılar.
****

       Daha ortalık ağarmamıştı. Lambanın ışığı odayı aydınlatmada yetersiz kalıyordu. Pencere kenarında tek kişilik bir karyola vardı. Üzerindeki yatak takımları temiz ve yeni görünüyordu. Ayrıca eski moda sandalye, yemek yemek için tahta bir masa ama üzerinde temiz bir örtü,  yüzü eskimiş bir koltuk, küçük buzdolabı, ütü masası ve dibinde eski model ütü, yerde makine yapımı sentetik halı müsveddesi, eskiciden alındığı belli ceviz kaplama küçük gardırobun hafif aralık kapısından bir sürü boş askı görünüyor. Bazı yerleri yırtık ve rengi solmuş, eski bir perde bu tabloyu tamamlıyor. Masanın yanındaki sandalyeye oturmuş peksimet ve İzmir tulum peynirinden oluşan kahvaltısını çaysız sofrasında zar zor yemeğe çalışan adamın ortalık yerde duran valizinin şişkin, tıkış tıkış halinden, az sonra yola çıkacağı belliydi. Bitiremedi, zaten bu saatte yemek yemeğe de alışık değildi. Kırıntıları eski gazetenin içine sıkıştırıp çöpe attı. Sonra yüzünde buruk bir tebessüm belirdi. Hafifçe “balıkçıya bir veda edemedik.” dedi.  Yerinden kalkıp pencereye yaklaştı. Bir yıldır oturduğu ama şimdi ayrılma vaktinin geldiğine inandığı sokağına son kez baktı, Asmalımescit kasvetli görünüyordu, “tıpkı benim gibi” diye düşündü. Ortalık yavaş yavaş ağarmaya başlamıştı. Cebine akşamdan yerleştirdiği İzmir biletini bir kez daha kontrol etti. Elektriği söndürüp valizi elinde sessizce kapıdan çıktı. Merdivenlerden usulca inip anahtarı holdeki yerine bıraktıktan sonra sokak kapısına yöneldi, her şey ne kadar da sakin görünüyordu. Karşıya geçip hava yollarının Şişhane’deki terminaline doğru yürüdü.

Bu Bize Yeter

      
 Altmışlı yılların sonunda trafik şimdiki kadar olmasa da gene kendini hissettiriyordu. Elektrik kesilince troleybüsler yolun iki tarafına sıra sıra dizilirlerdi. Nedense bu diziliş ona karıncaları hatırlatırdı. Gene bir gün Beşiktaş’tan troleybüse binmiş, okuluna giderken eski Meclisi Mebussan binasıyla Kabataş arasındaki rıhtımda istavrit balıklarının sanki çöp birikintisi gibi yığılmış olduğunu görünce gözlerine inanamadı. Troleybüsün penceresinden dikkatle baktığında bir adamın elindeki kepçeyi suya daldırıp dört beş kilo istavriti bu kümenin üstüne ha babam yığdığını gördü. Aklından “acaba insanlar alıp yesinler diye mi böyle yapıyor?” sorusu geçti. Etrafa bakındı, kimseyi göremedi. Fazla da kafa yormadı. Sonucu belliydi ya, sebebiyle fazla ilgilenmedi. Hemen ilk durakta inip karşı kaldırıma geçerek aksi istikametten gelen otobüse bindi, soluğu tekrar Beşiktaş’ta aldı. Heyecanı ona okulunu unutturmuştu. Eve nasıl vardığını anlayamadı.
      Hemen balık kutusunu açtı, her şey yerli yerindeydi. Balıkçılık ve avcılık konusunda çok titizdi. Aradığını yerinde bulmalıydı. O zamanlar kamış-makine yok yahut var da o bilmiyor. Yanına mantara sarılmış misina, üçgen şeklinde ucu iğneli sıyırtma, eski penisilin şişesinde biraz cıva, cıvayı sürmek için pamuk, iki zoka, zokayla misina arasına takmak için birkaç ağırlık, bir parça ip, ilaveten de bazı araç gereç aldı.
      Süratle Beşiktaş’a inip, eskiden Tramvay Caddesi olarak adlandırılan caddeden karşıya geçerek kaymakamlığın bahçesine girdi, kapının hemen yanındaki duvar dibini kendine mekân tuttu. Sonra rıhtıma yaklaşıp denize baktığında sahil boyunca milyonlarca istavritin her iki yöne doğru yığılmış olduğunu hayretle gördü. Dört metre genişliğindeki alanda balıktan dip görünmüyordu. “Acaba kepçeyle mi gelseydim?” Kendi kendine güldü. Etrafına bakındı, kimseler yoktu. O zamanlar dört beş metre ileride küçük bir kaya vardı. Su seviyesi en fazla iki üç karış. Kıyıyla sahil arasındaki kısa mesafede istavritler can derdinde. Hani elleri ayakları olsa yanına gelecekler. İçlerinden bazıları kendini yüksekliği deniz seviyesinden en fazla iki karış olan bu kayanın üstüne atıyor. Pabuçlarını, çoraplarını çıkarıp paçalarını kıvırdı. Sığ suya girip elini savurarak kıyıya beş on balık fırlattı. Misinayı açıp topladığı balıklardan birini zokanın ve hırsızın iğnelerinden geçirdi. Bedeni hazırlayıp misinanın ucundaki fırdöndüye bağladı. Sonra fırdöndüyü kovboy kemendi gibi çevirmeye başladı. “yahu atmam gereken yer on metre yok, bu kadar çevirmeye ne gerek var!” diyerek zokayı yavaşça kayanın öbür tarafına savurdu. “Su çok sığ, eğer orada balık yoksa bizim takım gitti gider İlla dipteki atıklardan birine takılacak.” derken zoka suyun içinde en fazla bir karış yol almadan olta yay gibi gerildi. Aynı anda iki taraftan çekiliyor, suyun hem içinden hem dışından. Kısmette ne varsa az sonra görülecek. Topu topu onbeş metre misina. Balık bir sağa gidiyor, bir sola. Kuyruğunu olanca gücüyle suya vurup direniyor. Her şey yaklaşık otuz saniye içinde bitti. Kofanayı ensesinden tutup kocaman iğneyi ağzından çıkarırken bayağı zorlandı. Hemen ikinci yemi takıp bir kere daha attı. Aynı yerden aynı şekilde bir kofana daha.             
     Etrafına göz ucuyla baktı. Yanına kendinden daha genç bir çocuk gelmiş, o da balık tutuyor. Birkaç kişi toplanmış, seyrediyorlar.

     Yemi üçüncü kere takıp biraz daha ileriye attı. Beklemek yok, balık iğnenin üstünde! İstavritlerin neden Kabataş’ta sahile yığıldığını zaten görür görmez anlamıştı. Kofana sürüleri Boğaz’daki istavritleri, kurt sürülerinin avlarını sıkıştırması gibi sıkıştırmış, doymak bilmez iştahlarını gideriyorlar. Doğanın değişmez kanunu! Zavallı istavritler. “Kofanaları üçledik. Ha biraz daha gayret!”
Çocuk yanına geldi:
      -Abi be! Gel sandal kiralayalım. Hem seyircilerden kurtuluruz, hem daha rahat balık tutarız.
      Sandalcı birkaç yüz metre ileride, Barbaros meydanının deniz kıyısındaki kayıkhanede. Onu görünce tanıdı, selamlaştılar. Adam sandalın başını eliyle tutarken sandala atladılar.
       En fazla on dakika sonra az önce balık tuttukları yere geldiler. Yemleri süratle takıp oltalarını aynı anda teknenin sağından solundan denize attılar. Daha dibe inmeden, az önce yaşananlar tekrarlandı. Misina, balığın yemi bir hamlede kapışıyla önce aşağı çekiliyor, sonra yukarı doğru. Tabii bu hareketler iğnenin balığın çenesine iyice yerleşmesini sağlıyor. Bundan sonrası kısa ama heyecanlı, kocaman balıklar sandalda! Yemler yeniden takılıp zokalar suya bırakıldı. Fakat artık ne gelen var ne giden. Sanki balık hep orada duracak! “Ya ne yaptım da bu çocuğun aklına uydum.” Çocuk da öyle düşünüyor olmalı ki,
      -Abi ya, keşke yerimizden ayrılmasaydık. Onca zamanda en az dört beş tane daha tutardık! Gülümseyerek:
      -Eh, sen söyledin, biz uyduk. Bari geri dönelim de fazla para yazmasın. Teknede motor olsa takip ederdik. Kürekle bu iş olmaz.
      -Tamam, dönelim!
        Ücreti ortaklaşa ödeyip sandalı bıraktıktan sonra vedalaştılar. İkisi de dörder tane kofana yakalamıştı. Yanında getirdiği ipi balıkların ağızlarından geçirip solungaçlarından birbirine bağladı, en ucuna da kalem şeklinde bir tahta parçası. Bayağı da ağırdı mübarekler. İçinden “Ulan! Bunun bir tanesi bile bize yeter” diye düşündü “ Annem görünce kim bilir ne kadar şaşıracak!”
       Caddeyi geçip Beşiktaş çarşısına girdi. Şimdi zafer kazanmış bir komutan edasıyla yürüyor. Sanki herkesin gözü onun balıklarında. Bir zamanlar gölgesinde çay içtiği çınar ağacına yaklaştığında yolu yarılamıştı. Üstünde kar gibi temiz önlüğü, bembeyaz saçları ve burnunun ucuna oturttuğu yakın gözlüğünün üzerinden sorgulayan bakışları ile berber Kamil amca, dükkânın kapısında durmuş ona bakıyordu. Altmış yaşlarında, hal tavır ve giyiminde özenli bir insandı. Onu hep yakası kolalı beyaz gömleği, düzgün bağlanmış kravatı ile hatırlardı. Anlaşılan daha önce görüp dışarı çıkmıştı.
      -Maşallah! Balık bol galiba!
      -Merhaba Kamil amca, evet biraz balık tuttum.
       Kamil Bey aynı zamanda mahalle komşuları, evleri karşı karşıya. Balık vermezsem ayıp olur diye düşündü.
      -Kamil amca balık vereyim mi?
Yaşlı berber lafı ikiletmeden hemen dükkâna girip oldukça büyük bir kese kâğıdıyla geri döndü.
      -Teşekkür ederim, babana selam söyle!
Derken yıllardır onu tıraş eden orta yaşlı, kel kafalı, şişman kalfa kapıda belirdi. Adeta esas duruşta, hafifçe boynunu bükmüş. Bir şey söylemiyor ama belli ki o da sırasını bekliyor.
      -Sen de bir tane ister misin?
      -Teşekkür ederim.
O da bir anda kaybolup elinde kese kâğıdıyla ortaya çıktı.
       Yoluna devam etti. Sol elinde taşıdığı balıklar yarı yarıya hafiflemişti. “Hava sıcak, iki tane bize çok bile.”
       Tarihi un değirmeninin beş on metre ilerisindeki sokağa saptı. Eve yaklaştıkça adımları hızlandı. Zili çaldığında annesi pencereden sepeti sarkıttı, anahtarı içinden alıp kapıyı açarken karşıdan:
      -Nebahat Hanım, Nebahat hanım, maşallah oğlunun elleri dolu!
Bu ses tanıdık! Karşıdaki ahşap evin girişinde, tek odada oturan komşuları.
      Bu hanım Rum kökenli, Eşi Türk, evlendikten sonra İslam dinini kabul etmiş. Pencerede bile hiç başörtüsüz görünmez. Oldukça kilolu, orta yaşın üzerinde bir bayandı. Çok hamarattı, çarşıya pazara gider, kapısının önünü yıkar, pencere önüne dizili çiçeklerini sular, camlarını silerdi. Ona hitap ederken şimdi hatırlayamadığı adının sonuna “teyze” kelimesini eklerdi.
      Arkasına dönüp bakınca karanfiller ve sardunyalarla dolu penceresinin çıkıntısından pervazdaki mandala tutturulmuş eski kafesin hemen altında gölgelenmiş gülen yüzünü gördü. Belli belirsiz ama hoş bir Rum şivesiyle:
      -Balık bol muydu evladım?
      -Evet, dört tane yakaladım. Az önce Kamil amcayla kalfasına iki tane bıraktım, bir tane vereyim mi?
      -Size yetecek mi?
Elindeki kofanaları yukarı doğru kaldırdı.
      -Balıklar çok büyük, kalanı bize yeter!
      -Eh, o zaman zahmet olmazsa alayım.
Birkaç dakika sonra elinde kalaylanmış bakır bir kapla yıpranmış, boyasız ama üzerinde eski oymacılığın tüm hünerlerinin yansıtıldığı çift kanatlı ahşap kapının önünde belirdi. Hemen eşiği aşıp zamana karşı koyamamış, çatlaklarla dolu yekpare mermer taşın üzerinde durup bekledi. Yanına gidip iri lüferlerden birini kadının elindeki kabın içine bıraktı. Karşılıklı gülüştüler. Sonra eve girip her basamakta tahtalardan çıkan gıcırtıyı dinleye dinleye ve tırabzana tutunarak yukarı çıktı. Annesi güler yüzüyle onu merdivenlerin başında karşıladı.
      -Aferin, iki tane mi tuttun?
      -Ne iki tanesi, dört tane! Ama bir tanesini berber Kamil amcaya verdim. Kalfa da kapıda bekliyordu. Vermesen olmaz.

      -İyi etmişsin, sevaptır. Göz hakkı var. Zaten bu bize yeter!