23 Ekim 2014 Perşembe
Yeni Doritos Reklamını Sen Çek, 1 Milyon Dolar Kazanma Şansını Yakala!
2007 yılında Doritos, ABD’deki hayranlarını Amerikan Futbol Ligi’nin sezon finali olan Super Bowl sırasında yayınlanmak üzere kendi Doritos reklam filmlerini çekmeye ve göndermeye davet ederek, kendi Super Bowl fenomenini yarattı. Bu reklamlar, yapan kişinin çektiği şekliyle aynen yayınlandı ve Super Bowl sırasında yayınlanan, tüketicilerin yarattığı ilk reklam filmleri oldu!
Doritos, bu muhteşem organizasyonla sevenlerini 1 Milyon Dolar kazanma şansı ve bunun yanı sıra 1 sene boyunca Hollywood’daki Universal Pictures Stüdyoları’nda Elizabeth Banks gibi yıldızlarla çalışma fırsatı yakalamaya çağırıyor.
Unutulmaz Deneyim
Bu yıl 9. kez düzenlenen Doritos Crash the Super Bowl’u kazananlar, büyük ödül olarak milyonlarca dolar para ödülü ve hayatlarının sonraki aşamalarında da farklı iş teklifleri aldılar. Örneğin; kendi yaptığı “Fashionista Daddy” reklamıyla 2013 yılında Crash the Super Bowl yarışmasında büyük ödülü kazanan Mark Freiburger, “Transformers 4”ün setinde yönetmen Michael Bay ile birlikte çalışma fırsatı elde etti. Mark, bugün büyük bir yetenek ajansı tarafından temsil ediliyor ve Universal ile FOX gibi dünya çapındaki stüdyoların film projelerinde yer alıyor.
Katılma Sırası Sende
Siz de hazırlayacağınız 30 saniyelik reklam filmini (sözlü ise İngilizce) www.doritos.com.tr ‘de belirtilen teknik özelliklerle hazırlayıp tüm dünyanın beğenisine sunmak için 9 Kasım 2014’e kadar reklam filminizi çekip, rüya gibi bir iş ve 1 Milyon Dolar sahibi olmak için geri saymaya başlayabilirsiniz!
Katılım koşulları ve tüm detaylar için www.doritos.com.tr’yi ziyaret edebilirsiniz.
Bir boomads advertorial içeriğidir.
3 Nisan 2014 Perşembe
Kitap Hırsızı
Ölüm meleğinin gözünden küçük kız Liesel'in hayat kesitine tanık olduğumuz film, Nazi Almanya'sında Cennet Sokağı adında bir yerde geçiyor. Tren yolculuğuyla evlat olarak verilecekleri aileye doğru yol alan kardeşler ve annelerini kötü bir süpriz bekler. Liesel'in kardeşi maalesef yolculukta hayatını kaybeder ve yolda bir mezarlığa gömülür. Liesel ise teslim edileceği aileye doğru yol alır.
Başlangıçta Liesel'e iyi davranmayan bakıcı annesi, daha sonra onu sahiplenir. Babası ise Liesel'ın kardeşinin cenazesinde çaldığı kitabı bulur ve Liesel'a okuma yazma öğretmeye başlar, kitap okurlar, Liesel yeni kelimeler öğrenerek ilerler.
Fakat evlerdeki tüm kitaplar toplanmakta ve yakılmaktadır. Yakım sırasında Liesel'in bir kitap çaldığını fark eden belediye başkanının eşi ona kitaplarını ödünç verir ve Liesel böylece bir sürü kitap okuma şansı elde eder.
Aynı zamanda babasının vefa borcundan ötürü bir Musevi kaçağı evlerinde saklamak zorunda kalırlar ve Liesel Max ile bir dostluk geliştirir.
En yakın dostu olan Rudy'den bu sırrı saklamaya çalışan Liesel çok zorlanır.
Markuz Zusak'ın romanından adapte edilen ve zaman zaman çok acıklı olabilen film, dokunaklı hikayesi ve çarpıcı sonuyla izlemeye değer...
İyi seyirler dilerim.
2 Nisan 2014 Çarşamba
Korkma Ben Varım
Murat Menteş'in ikinci kitabı olan "Korkma Ben Varım", Dublörün Dilemması ile aynı tatta bir roman. Kitaptaki karakterlerin isimleri yine çok kafiyeli veya anlamlı, Abidin Dandini, Şebnem Şibumi, Hayati Tehlike, Müntekim Gıcırbey, Enver Paşa, Fuat Atıf Tufa.
Gönül İşleri Bakanlığı'ndaki şeyh heyetinin katledilmesini konu alan roman, bakanlık müsteşarı Fuat'ın nam-ı diğer Fu'nun ağzından anlatımla başlıyor. "Aşkart" ile insanların aşklarını tescilleyen Gönül İşleri Bakanlığı bir gün korkunç bir sahneye tanıklık eder, tüm heyet üyeleri dehşet verici bir şekilde katledilir. Olanları bir gün önce rüyasında gören Fu ise bakanlıktaki görevlileri uyarmasına rağmen, bu cinayetin önüne geçemez. Fu'nun yapabileceği tek şey katledilen değerli şeyhlerin kanlarını yerde bırakmamak adına katillerini bulmaktır.
Fu'nun katilini bulma hikayesinde yolumuza bir sürü kahraman ve hikayeleri çıkıyor ve bizi ilginç bir sona sürüklüyor. Kitabın ilk kısmı biraz ağır görünse de, sonraki sayfalarda elinizden bırakamayacağınız bir kıvama geliyor. Bölüm başlarındaki özlü sözler de çok anlamlı.
Her karakter, nev-i şahsına münhasır ve hikayelerini okurken birebir yaşatma özelliğine sahip.
Murat Menteş artık benim için okunması gereken, takip edilmesi gereken yazarlar listesinde. Sizlere de tavsiye ederim...
27 Mart 2014 Perşembe
Size Özel Bir Sigortacınız Olsun İster Miydiniz?
Generali Sigorta’nın reklamlarını bir süredir izliyordum. Önce eğlenceli olması dikkatimi çekti, sonra bir arkadaşım aracı için bildiğim iyi bir sigorta var mı diye sorunca aklıma geldi Generali Ali diye:) Reklamları aklımda kalmış demek ki… Üşenmedim gittim sizin için aradım.
Zorunlu Trafik Sigortası veya kasko için Generali’nin 7/24 Özel Sigorta Danışmanlığı hattı 0850 555 55 55’i veya generali.com.tr den 1 dakikada teklif alabiliyorsunuz. Generali Sigorta müşterisi olmasanız dahi bir kez teklif alırsanız size kişisel sigorta danışmanı atıyorlar. Bilgi alan kişi her aradığında, karşısında aynı danışmanı buluyor. Böylece müşteriler sorunlarını her defasında baştan anlatmak zorunda kalmıyor ve telefonda uzun uzun beklemeden işlerini kolayca halledebiliyor. Bildiğiniz size özel bir sigortacınız oluyor:)
Bu arada Generali 1831 yılında İtalya’da kurulmuş ve 150 yıldır Türkiye’de faaliyet gösteriyormuş. Tüm dünyada 65 milyonu aşkın müşterisi varmış. Bir sigorta şirketi için oldukça güvenilirler yani.
Bugünlerde Zorunlu Trafik Sigortası’nda %70’e varan indirimleri varmış. Eğer yakın zamanda zorunlu trafik veya kasko sigortası yaptıracaksanız Generali’den teklif almadan yaptırmayın derim. Teklifler kişiye ve arabaya özel yapıldığı için indirimler de kişiden kişiye farklılık gösteriyor. Bu yüzden teklif alırken yaşınız, arabanızın yakıt türü gibi etmenler de önemli oluyor.
Hemen teklif alıp indirim kazanmak isterseniz, 31 Mart’a kadar generali.com.tr yi ziyaret edin.
1 Dakikada Teklif Almak için Tıklayın.
Bir boomads advertorial içeriğidir.
Zorunlu Trafik Sigortası veya kasko için Generali’nin 7/24 Özel Sigorta Danışmanlığı hattı 0850 555 55 55’i veya generali.com.tr den 1 dakikada teklif alabiliyorsunuz. Generali Sigorta müşterisi olmasanız dahi bir kez teklif alırsanız size kişisel sigorta danışmanı atıyorlar. Bilgi alan kişi her aradığında, karşısında aynı danışmanı buluyor. Böylece müşteriler sorunlarını her defasında baştan anlatmak zorunda kalmıyor ve telefonda uzun uzun beklemeden işlerini kolayca halledebiliyor. Bildiğiniz size özel bir sigortacınız oluyor:)
Bu arada Generali 1831 yılında İtalya’da kurulmuş ve 150 yıldır Türkiye’de faaliyet gösteriyormuş. Tüm dünyada 65 milyonu aşkın müşterisi varmış. Bir sigorta şirketi için oldukça güvenilirler yani.
Bugünlerde Zorunlu Trafik Sigortası’nda %70’e varan indirimleri varmış. Eğer yakın zamanda zorunlu trafik veya kasko sigortası yaptıracaksanız Generali’den teklif almadan yaptırmayın derim. Teklifler kişiye ve arabaya özel yapıldığı için indirimler de kişiden kişiye farklılık gösteriyor. Bu yüzden teklif alırken yaşınız, arabanızın yakıt türü gibi etmenler de önemli oluyor.
Hemen teklif alıp indirim kazanmak isterseniz, 31 Mart’a kadar generali.com.tr yi ziyaret edin.
1 Dakikada Teklif Almak için Tıklayın.
Bir boomads advertorial içeriğidir.
21 Mart 2014 Cuma
Yaratıcılık Yolunda
Bumerang Deneyim Günleri kapsamındaki ikinci etkinliğe katılma şansını elde etmiş olmaktan gayet mutlu ve gururluyum. Bugün tadından yenmeyecek derecede zevkli, keyifli, yararlı ve ilgi çekici bir atölye çalışması gerçekleştirdik.
Dialog Anlatım İletişim Kalamış adresinde gerçekleşen etkinlik için ev sahibine ve organizasyonu yapan Bumerang ekibine çok teşekkür ediyorum.
Bu çalışma sayesinde, Devlet Tiyatrosu Sanatçısı Metin Yavuzoğlu ile kendi içimizde bir yolculuğa çıktık ve aynadan daha ilerisindeki kendimizi gördük.
Yaklaşık 4 saat süren çalışmada zamanın nasıl geçtiğini anlamadım bile. Metin Yavuzoğlu'nun pozitif enerjisi, insanı motive eden ses tonu ve dolu dolu konuşmasıyla çalışmamız renklendi.
Eğitmenimiz ilk olarak bize yaratıcılığı nasıl kullandığımızı sorarak başladı. Sonrasında hayatından bir örnekle devam etti ve çok önemli bir kavramla tanıştırdı bizi: "Boşlukla ilişki kurma". Boşlukla ilişki kurma, daha çok küçük çocukların oyunlarında ve pandomimcilerde rastladığımız; hayali nesneleri gerçekmiş gibi göstererek yaşamak ve karşısındakine yaşatmak tekniğine deniyor. Hayal gücümüz olduğu sürece yaratıcı ve inandığımız sürece inandırıcı oluruz dedi Metin Hocamız.
Boşlukla ilişki kurma deneylerimiz bize kendimizi yansıtma şansı verdi ve karşımızdakilere sesimizi kullanmadan bir şeyler anlatmamızı sağladı. Hepimizin ortak sorunu asıl anlatacağımız konuyla ilgili olarak aklımızdakileri tam olarak yansıtamamızdı. Bu bizim ne kadar inandığımızla ilgiliydi. Asıl kaygının onaylanma duygusu olduğunu söyleyen hocamız, en kötü eleştirmenin kendimiz olduğunu belirtti, hatalarımızı görmeye çalışmamamız gerektiğini öğütledi.
Anahtar kelimelerimizden biri "Anı Yaşamak". Dünyaca bilinen ismiyle Carpe Diem felsefesinin aslında iki kelimelik basit bir olgu olmadığını, farkında olmanın ne kadar da önemli olduğunu görmüş olduk. Gerçek hayatta biz neye ne kadar inanıyorsak, karşımızdakini de ona o kadar inandırabiliriz.
İnsanın hayatında annenin çok önemli olduğunu söyledi eğitmenimiz. Annenin çocuğa ilk "format"ı attığını, eğitim olarak ilk onu annenin şekillendirdiğini bildirdi. Bu ne kadar da doğru bir tespitti.
Hayatta bulunduğumuz anlarda hep 5N1K kuralını (Ne, Nerede, Ne zaman, Neden, Nasıl ve Kim) uygularsak farkındalığımızın artacağını, anın keyfini çıkarıp daha çok değerini anlayabileceğimizi söyledi.
İnsanın etrafında çevirdiği duvarlarının olduğunu ve bunların bizi kendimizi ifade ederken sınırladığını öğrendik.
Eğitmenimiz satır aralarında bile bizim için o kadar değerli bilgiler verdi ki, bir kısmını not almama rağmen diğer bir kısmını da kaçırmış olabileceğimi düşünüyorum. Günün sonunda sihirli değnekle değişmedim ama artık attığım adımlarda daha dikkatli davranıp anı yakalamaya çalışıyorum.
19 Mart 2014 Çarşamba
Yeni Bir Hayat!
Neden Amerika’da
Doğum?
Aslında bu sorunun cevabı çok basit. Amerika’da doğum
bebeğinizin Amerikan vatandaşı olması anlamına geliyor. Ancak neredeyse hergün
ünlü bir ismin Amerika’ya doğum yapmak için gittiğini duyar olunca acaba bu
sorunun başka bir cevabı da var mı diye düşündüm. Biraz araştırma yapınca
karşıma Amerika doğum konusunda hizmet
veren Yeni Bir Hayat ve şirketin genel müdürü Şevki Akaydın çıktı. Ben
de ona Amerika’da doğmuş olmanın Amerikan pasaportuna sahip olma dışında başka
avantajları da var mı diye sordum. Cevaplarını sizle paylaşıyorum.
Amerikan vatandaşlığı tüm hayatı boyunca süren bir hak ve
bunun için Amerika’da devamlı olarak yaşaması gerekmiyor. Örneğin doğumdan
sonra yetişkin oluncaya kadar Amerika’ya hiç gitmeyebilir. Bu durumda bile
hakkı kaybolmuyor. Ayrıca kendi çocukları da Türkiye’de doğsalar bile Amerikan
vatandaşı oluyorlar. Bu da son derece önemli bir detay. Yani çocuğunuzla
birlikte torunlarınızı da Amerikan vatandaşı yapmış oluyorsunuz.
Amerika yurtdışı eğitim denildiğinde hepimizin belki de ilk aklına
gelen ülke. Dünyanın en iyi okullarının birçoğu Amerika’da bulunuyor. Sadece
üniversiteler değil, temel eğitim kurumlarında da eğitimin kalitesi gayet iyi.
Bebeğiniz Amerika’da dünyaya geldiği takdirde diğer Amerikalı öğrenciler gibi
temel eğitimden ücretsiz yararlanıyor. İster ilk öğretim, isterseniz lise
eğitimi döneminde çocuğunuz Amerika’ya gidebilir ve devlet okullarında hiçbir
ücret ödemeden eğitimini tamamlayabilir.
Aslında temel eğitim açısından Türkiye’de özel hakları
oluyor. Şöyle ki belirli kolejler yabancı öğrencileri sınav yapmadan kabul
ediyorlar. Bunun ne kadar önemli bir ayrıcalık olduğu şüphesiz tartışılmaz.
Zira kolej sınavlarına girmeme demek sınav stresi olmadan geçen bir öğrencilik
anlamına geliyor. Çocuğunuz öğrenciliğinin keyfini çıkararak, boş zamanını özel
dersler yerine müzikle, sporla uğraşarak geçiriyor olacak.
Üniversite çağı geldiğinde ise Amerika’da üniversite eğitimi
yapmak isterse yabancı öğrenci ücreti ödemek zorunda kalmadan okullara
başlıyor. Amerika’da üniversiteye gitmek isteyen bir Türk öğrencinin yıllık
okul ücreti ortalama $20,000 civarında. Oysa Amerikalı öğrenciler bu rakamın
yaklaşık 3’de 1’ini ödüyorlar. Hatta biraz notları iyi bir öğrenci ise
üniversiteden burs alarak tamamen ücretsiz eğitim görmesi de mümkün.
Şevki Akaydın bir başka ayrıcalığın da anne ve babalar için
olduğunu belirtti. Sizler de çocuğunuz yetişkin bir kişi olduğunda Amerika’ya
yerleşme hakkını elde ediyorsunuz. Önce o gidiyor, sonra sizin için greencard
başvurusu yaparak sizlere de Amerika kapılarını açıyor.
Özet olarak Amerika’da doğmak sadece vizesiz seyahat etmek
anlamına gelmiyor. Bunun çok daha ötesinde fırsatlar sunuyor.
13 Mart 2014 Perşembe
12 Yıllık Esaret
1841 Amerika'sında geçen film, keman çalan, eğitimli, özgür ve 2 çocuk babası Solomon Northup'un iki beyaz tarafından kandırılıp kendini kölelerin arasında bulması ve esir hayatında yaşadıklarını anlatan dokunaklı bir film. Gerçek hikayeden esinlenmiş olması bana kalırsa Oscar almasının tek sebebi olmalı; filmi izledikçe Oscar kazanmasının haklı olduğunu anladım.
Keman çalarak geçinen Solomon, bir gün çok cazip bir teklif alır. Bir sirkte çalgıcılık yapacak ve gösteri başına para almasının yanında, kazançtan da pay alacaktır. İyi bir başlangıç yaparken içkiyi fazla kaçırıp kendini köle pazarında bulan Solomon, her ne kadar derdini anlatmaya çalışsa da kimse onu dinlemez ve güneydeki çiftliklerden birinde çalışmaya başlar. Çiftlik sahipleri kendi çıkarları ve kazançları için köleleri hiçe saymaktadır. Merhamet duygusundan yoksun olan sahibi, gündüz yorulan köleleri akşam kendi eğlencesi için dansa çağırıp onları zorla dans ettirmektedir.
Sahibine zaman zaman karşı gelen Solomon, asiliğiyle bilinmektedir. Ona başka bir köle tarafından verilen öğütten dolayı Solomon, okuma yazma bildiğini ve eğitimli olduğunu kimseye söylemez.
Yıllar süren kölelik hayatında zaman zaman durumunu anlatıp yardım isteyen mektup yazmaya kalkar ama bir türlü başarılı olamaz.
12 yıllık esaret filmi, en iyi film, en iyi uyarlama senaryo ve en iyi yardımcı kadın oyuncu dallarında 3 ödülü kucaklamış ve haketmişti bana göre.
Şahsi fikrim olarak genellikle dokunaklı ve gerçek olaylardan aktarılan filmlerin Oscar'da çok daha başarılı olduklarını düşünüyorum.
Dipnot olarak Brad Pitt'in yapımcı olarak bu filmde payının olması ve filmin sonlarına doğru bir karakterle de gözükmesini eklemek gerekir.
Herkese iyi seyirler dilerim!
Şahsi fikrim olarak genellikle dokunaklı ve gerçek olaylardan aktarılan filmlerin Oscar'da çok daha başarılı olduklarını düşünüyorum.
Dipnot olarak Brad Pitt'in yapımcı olarak bu filmde payının olması ve filmin sonlarına doğru bir karakterle de gözükmesini eklemek gerekir.
Herkese iyi seyirler dilerim!
11 Mart 2014 Salı
El Yazısı
2012 yapımı Ali Vatansever'in yönettiği film, Bolu'nun sevimli kasabası Göynük'ü tüm güzelliğiyle yansıtıyor. Şehirden kasabaya gelen ve eczacılık yapan Zeynep (Cansu Dere), kasabada öğretmenlik yapan Celal ile nişanlıdır. Zeynep'i sevenler Celal ile sınırlı değildir. 8 yaşındaki Ragıp da Zeynep'i her fırsatta görmek için elinden geleni yapar. Kasabanın heyecanla beklediği İngilizce öğretmeni için hazırlıklar yapılır. Heyecanla beklenen öğretmen beklenen gününde gelmez. Ertesi sabah öğretmeni bulurlar fakat tek problem öğretmen (Wilma Elles) Fransızca konuşmaktadır. Böylece kasabadan kimse onunla anlaşamaz. Tarzanca İngilizcesiyle konuşmaya çalışan kaymakamın oğlu Ahmet, öğretmen ile arkadaş olur. Ahmet'in derdi, köyden aşık olduğu kızla evlenmek, öğretmenin derdi cep telefonundan sinyal bulmak, Ragıp'ın derdi Zeynep, Ragıp'ın dedesinin derdi ise gençlik aşkıdır.
Aşk eksenli film, zaman zaman duygusal sahneleriyle etkileyici, muhteşem Göynük manzarasıyla büyüleyici, insani tarafıyla da sevimli bir halde karşımıza çıkıyor. Türk filmlerinin ortak teması aşk, kavuşamama ve imkansız aşk burada farklı açıdan yansıtılmış.
Sıkılmadan izlenen, keyifli bir film. İyi seyirler!
3 Mart 2014 Pazartesi
Büyük Kumar (Runner Runner)
Princeton'ın parlak öğrencisi Richie Furst, aynı zamanda kumar sitelerine oyuncu bularak okul harçlığını çıkartmaktadır. Kumarda para kaybeden bir öğrencinin onu dekana ispiyonlamasıyla okuldan atılma ile karşı karşıya gelir. Okul taksidini ödeyebilmek için son bir atılım ile internet üzerinden kumar oynar ve sitenin hile yaptığını fark eder. Elindeki son parayı kumarda kaybeden Richie'nin tek şansı kumar sitesinin sahibine gidip durumu açıklamak ve bunun karşılığında parasını geri almaktır.
Kosta Rika'da bulunan site sahibi ünlü iş adamı Ivan Block'u ziyarete giden Richie, bir şekilde ona ulaşmayı başarır ve hileden bahseder. Tepkisini açığa vurmayan Ivon ise Richie'ye teşekkür edip onu gönderir. Richie bu durum karşısında çok şaşırmıştır, ama daha yapacağı bir şey yoktur. Fakat ertesi gün Richie'yi kaldığı otelden bulan adamlar onu Ivon'ın karşısına getirirler ve Richie vazgeçemeyeceği bir teklif alır. Okulunu bitirebilmesi bu kumarı oynamasına bağlıdır.
Justin Timberlake'in göz dolduran oyunculuğu ve Ben Affleck'in etkileyici oyunculuğu birleşince keyifli bir film bizi karşılıyor. Evde DVD keyfi için ideal bir film olduğunu söyleyebilirim. Şimdiden iyi seyirler!
27 Şubat 2014 Perşembe
Fark Yaratma Yolculuğu
Bumerang deneyim günleri etkinliklerinden birine katılma şansını elde eden 20 blogger'dan biri olarak, ilk farkımı yaratmış bulunmaktayım. Bundan sonrası için Ali Poyrazoğlu'na kulak vermem gerekiyordu ve ben de işte bu sebepten dolayı 25.02.2014 akşamı Borusan Oto Dolmabahçe Sahne'de yerimi aldım. Atmosfer itibariyle çok başarılı bir seçim olmuştu. İçeri girer girmez fark yaratan ve sanat dostu olan markanın etkisini hissettim. Kafesinde dinlenirken diğer bloggerlarla da tanışma şansım oldu. Sanal ortamda bildiğimiz veya bilmediğimiz bloggerlarla yüzyüze karşılaşmak çok keyif vericiydi.
Büyük usta kafeye gelip bizi kendi uslubuyla selamlayarak güldürdü ve hazırlanmak üzere sahneye geçti. Sahne dediğimiz yer butik bir tiyatro aslında. Sandalyelerimiz sahneye doğru çevrilmişti, biz de yerimizi aldık ve heyecanla beklemeye başladık.
Kulisten beliren Ali Poyrazoğlu sandalyeleri kenara çekmemiz gerektiğini ve egzersiz yaparak fark yaratma yolculuğumuza başlayacağımızı söyledi. Söyleneni yaptık ve ayağa kalkarak hazır bekledik.
İlk yapmamız gereken doğru nefes almayı öğrenmek oldu, sonrasında cenin halinde bile kalp atışlarımız ile başlayan ritme taşıdı bizi ve vücudumuzu dinlememizi, kendimizi daha iyi anlamamızı sağladı bu egzersizle.
Isındıktan sonra asıl konuya geçmeye hazırdık ve ilk çalışmamız hayal gücümüzü başkalarının gözünde yaşanabilir hale getirmekti. Bunun için seçilen 5 kişiden, bir mekanla ilgili nesneleri ardı ardına saymaları istendi. Sonrasında herkes birbirinin cümlelerinden devam ederek bir hikaye anlatmaya çalıştı. Bu egzersizlerde de eksiklerimizin olduğunu gören büyük usta, bizi hayal dünyasına taşıdı ve gözlerimizi kapattık, orada bizzat bulunup geri geldik.
Cümle aralarında bile o kadar etkileyici sözler ve yararlı öğütler verdi ki, hafızamın hepsini hatırlamasını çok isterdim. Aklımda kalan birkaç konu var, kendince bir özet yapmış zihnim demek ki.
Fark yaratmanın aslında insanın kendine olan yolculuğu olduğunu, bunun bir yol haritası olmadan gerçekleşemeyeceğini söyledi. Hepimizin doğduğunda sanatçı olarak doğduğunu, bazılarının bunu keşfedip yoluna devam ettiğini, bazılarının ise bunu körelttiğini söyledi. Bugünün farklılıkları yarının standartlarıdır derken bize farklı olmaktan korkmamayı, hatta farkı bulmuşken de kaçırmamamız gerektiğini hatırlatmış oldu.
Küçükken tam özgüvenle yarattığımız farkın, önce aileden başlayarak köreldiğini ve bu yüzden yenilik yapmamız gereken durumda yapamadığımızı belirtti. Bunu engellemek adına kendimize sınır koymamamızı öğütledi.
İnsanın fark yaratması kendine meydan okumasıyla gerçekleşir. Rakibinize, arkadaşınıza, iş arkadaşınıza attığınız fark fark değildir. Eğer insan her seferinde kendi kendine meydan okuyup daha iyisini yapabiliyorsa fark yaratan bir birey olmuştur. Bu da benim düne dair sentezim.
Ali Poyrazoğlu'nun bize çalışmayı öğütlemesi, kitaplar önermesi ve samimi tavırları, kendisine bir kez daha hayran kalmamı ve onu bir kez daha alkışlamamı sağladı.
Bu güzel etkinlikten geriye büyük bir tebessüm, yeni organizasyonlar için dört gözle ve heyecanla bekleme, Bumerang ve ekibine müteşekkirlik ve en önemlisi fark yaratma isteği kaldı!
25 Şubat 2014 Salı
Batıl İnançlarım
Benim batıl inançlarım ilk olarak annemin çantamı ters koyarsam sınıfta kalacağımı söylemesiyle başladı. O kadar çok endişeliydim ki, yanlışlıkla bile çantam ters kalsa hemen koşar düzeltirdim. O an için sınıfta kalmak fikri bana korkunç geliyordu.
Şimdi dönüp baktığımda batıl inançlarımın sadece bununla sınırlı kalmadığını görüyorum, tıpkı dövme yaptıran insanların ilk dövmeyle asla yetinmemeleri gibi...
Batıl inanç sinsilesinde bıçaklar, makaslar gibi sivri nesnelerin elden elde geçmemesi, kalıp sabunun elden verilmemesi var. Tuz, karabiber gibi bilimum baharatları masadan birisi benden isterse, garip bir şekilde önüne bırakıyorum.
Yıllar geçtikçe kara kediyle ilgili batıl inancımı yenmiş olmaktan gururluyum. Zavallı kedicikleri görünce bana kötü şans getireceğini düşünmek ne kadar da gereksizmiş meğer. Bizdeki bu batıl inancın bazı inanışlarda tam tersi olduğunu öğrendikten sonra belki de ben yanlış yapıyorum diye düşünüp bırakmayı denedim.
Kendime dönüp baktığımda hala birçok batıl inancım olmasına rağmen yendiklerimi görünce kendimle gurur duyuyorum. Yılmadan devam edip batıl inançlarımın üstesinden geleceğim.
4 Şubat 2014 Salı
Yalnızlığa Direnmek
O gün
İzmir güzel bir ilkbahar sabahını yaşıyordu, hava ılık mı ılık, gökyüzü
masmaviydi. İnsanlar evlerinden sokağa çıkmadan önce yeni bir günün getirip
götüreceklerine hazırlanıyorlardı. Her
zamanki gibi erkenden kalkmış, ta akşamdan planladığı günlük programını
uygulamaya çoktan başlamıştı. Karısına seslendi.
-Saliha, dolaptan ütülü bir gömlek verir
misin? Bugün duruşmam var.
-Sen kahvaltını ederken beş dakikada
ütülerim.
Yıllarca
farklı farklı kasaba ve şehirlerinde yürüttüğü hâkimlik mesleğinden ayrılalı
çok olmamıştı. Kısa bir süre önce de avukatlığa başlamıştı. Hala genç
sayılırdı, onu gören ellinin biraz altında veya üstünde sanırdı. Koyu kestane
rengi saçları hafifçe kırlaşmıştı ama sağlığı yerindeydi. Çok sevdiği biricik
kızı orta öğrenimini hep takdirnameler alarak tamamlamış, sonra mühendis
mektebini dört yılda bitirip mastırını da yapınca, büyük bir inşaat şirketinin
proje bölümünde dolgun maaşla çalışmaya başlamıştı. Bir arada çok güzel aile
tablosu çiziyorlardı ve mutlu olmamaları için hiçbir neden yoktu.
Kendi kendine “Bugün çok koşturduk yahu”
dedi. “Hâkimken bu kadar yorulmuyordum doğrusu.” Ama işlerin büyük bir kısmını
toparlamıştı. Öğle yemeğini çok beğendiği tarihi lokantanın bahçesinde palmiye
ağaçlarının gölgesinde yerken bir yandan da caddeden gelip geçenleri
seyrediyordu. Birden irkildi, “Aa, Necla!” Gördüğü manzaraya inanmaz gözlerle
odaklanmaya çalıştı. Kızı bir adamın koluna girmiş, dünya umurlarında değilmiş
gibi yürüyorlar. Ne halt edeceğini şaşırdı. Bir sürü karmaşık duygunun arasına
kıskançlık da girmedi değil hani! Sonra belli belirsiz bir tebessüm, “Yahu bu
kız ne benim ne annesinin yanında bu kadar mutlu görünmüyordu.” Fakat iş bu
kadarla kalsa umurunda bile olmaz, akşam eve gittiğinde karısına keyifli
keyifli anlatıp kızına da “Kız çapkın, hani ben neyse, anana niye
anlatmıyorsun?” diye sitem edebilirdi. Ancak gördüğü manzara farklıydı. Kızının
koluna girip başını omzuna yasladığı ak pak saçlı adam kendinden bile yaşlıydı.
Dondurma tezgâhının önünde durdular, birer külah dondurma alıp yirmili yaşlarda
iki sevgili gibi sarmaş dolaş, güle oynaya yollarına devam ettiler. “Bu ne
yahu? Adam damadım değil, olsa olsa ağabeyim olur, hem de elini öpeceğim kadar
yaşlı. Dur be! Bu meslek de beni fesat yaptı, belki iş yerinde çok sevip
saydığı bir büyüğüdür. Eve gidince anasının ağzını aramak şart oldu.”
Düşündüğü gibi yaptı. Elbiselerini
çıkarıp her zamanki titizliğiyle gardıroba astı. Pijamasını giyip lavaboya yöneldi.
Sonra gidip salondaki koltuğuna oturdu ama sehpanın üzerinde duran gazetesine
elini bile sürmedi. Karısına seslendi,
-Saliha, Saliha!
-Mutfaktayım, az bekle. Çayları alıp
geliyorum.
Kadın
kocasının hemen yanındaki kanepenin kenarına ilişti,
-Ee, bugün neler yaptın?
-Yaptıklarımı boş ver!
Kocasının
birden ciddileşen yüzünü fark etmemiş görünüp,
-Aa ne oldu ayol?
-Bugün işleri bitirdikten sonra öğle
arası yemek yerken karşı kaldırımda kimi gördüm dersin?
-Kimi?
-Kimi olacak, bizim kızı! Bir adamın
kolunda! Çok da samimi görünüyorlardı.
-Ee, ne var bunda? Genç kız, okulunu da
bitirdi. Devir değişti, senin benim yapamadıklarımızı şimdiki gençler yapıyor.
Kadın
kırkını çoktaan geçmişti ama bu sözü de bayağı cilveli söylemişti hani, fakat
şimdi bunu düşünecek durumda değildi, doğrudan konuya girdi.
-Senin dünyadan haberin yok. Adam benden
sekiz on yaş büyük. Ulan bırak kızı, senin için bile yaşlı.
Bu
cümleyi söylerken biraz münasebetsiz kaçtığını ve durumun vehametine uymadığını
düşünüp birden ciddileşti. Ama kadın hiç oralı değil!
-Ne olmuş? Erkeğin yaşlısı daha kıymet
bilir.
-Saliha, sen ne dediğinin farkında mısın?
-Onlar beş yıldır görüşüyor. Kızın da o
adama deliler gibi âşık.
Eşinin
bu sözleri sabrını taşırmaya yetti.
-Demek hanımefendinin her şeyden haberi
var. Bir de koşa koşa gelip bilgi veriyoruz. Kendi evimizde beş yıldır enayi
yerine konulmuşuz. Valla senin bu kadar düşüncesiz olduğunu bilmezdim!
-Niye düşüncesizlik olsun canım,
birbirlerini seviyorlar!
-Yahu! Kızın daha kırkına gelmeden adam
sekseni geçecek be!
Ne
söylediyse anlatamadı. Zaten kadın nikâhta keramet vardır diyor, başka bir şey
demiyordu.
Bunlar kararlarını vermişler diye düşündü. Daha fazla üsteleyip zaten kaçan
huzurunu daha da örselemek istemedi. Yanız o akşam kızına düşüncesini
sorduğunda evlenmek istediğini belirtince içinden ne haliniz varsa görün deyip
bir daha bu konuyu açmadı.
Bir kaç ay içinde söz kesilip nişan
yapıldı. Nikâh fazla beklemedi, ama biricik kızının düğününde nikâh fotoğrafı
çekilirken kendinden yaşlı damadın yanında mutlu bir kayınpeder görüntü
sergileyebilmek için bir hayli gayret sarf etti. Tabii yakın dost ve
arkadaşlarının ince esprilerine katlanırken de!
Aradan bayağı bir süre geçti. Avukat bey ve eşi saçları biraz ağarmış,
yüzlerinde hafif kırışıklıklar, gözaltlarında torbalar oluşmasına rağmen, adeta
kızları daha doğmadan önceki yeni evlilik yıllarına geri dönmüşlerdi. Karısına
durum nasıl diye pek sorduğu yoktu ama kadının keyifli halinden, eve geldiğinde
çayları getirirkenki cilveli yürüyüşünden sormaya gerek olmadığı sonucuna
varıyordu. Hatta zaman zaman “Yahu kim ne derse desin bizim hanım haklı galiba,
dediği gibi adam kızın kıymetini biliyor. Ne de olsa güngörmüş yaşlı başlı
adam! Fazla ters gitmemekle iyi ettim” diyordu.
Nikâhtan sonra bir yıl henüz geçmişti ki
annenin yüzü asılmaya başladı. Bir şeyler sezinliyordu ama bir türlü
soramıyordu. Kadın da inadına suspus, hiç konuşmadan öylece arpacı kumrusu gibi
düşünmekte, ancak bu durum çok sürmedi. Sonunda kıyamet koptu. Hem de ne
kıyamet! Bir gün anahtarları cebinden henüz çıkarmıştı ki içerden bir feryat
figan, anne iki göz iki çeşme, kızın hıçkırıkları ta kapının dışından
duyuluyor. Anahtarı kullanmaktan vazgeçip zili uzun uzun çaldı. Sonunda kapı
açıldı. Eşi kapının ardında ağlamaktan kızarmış gözlerle öylece duruyor. Hemen
eve girip kapıyı çabucak kapattı sonra kadına dönüp,
-N’oluyor Saliha, ne var? Ana kız bu ne
hal?
-Ah! Ah! Sorma başımıza geleni!
-Anlat kadın ne oldu? Şimdi çıldıracam
ha!
-Önce bir içeri geç, zaten konu komşuya
yeterince rezil olduk!
-Tamam tamam!
-Ama ne olur sen de kıza bağırıp çağırma.
Zaten morali bozuk, bir de ruh hekimlerine müşteri olmayalım.
-Allah Allah bu ne demek şimdi?
-Şuraya otur anlatacağım.
Baba
kendinden isteneni yaptı. Önce koltuğa ilişip sonra göz ucuyla sevgili kızına
baktı. Gözlerini duvardaki eski saatin iki yana salınan sarkacına dikmiş, hiç
kımıldamadan öylece bakıyordu. Bu haliyle ne kadar da hüzünlü görünüyordu. Daha
bir yıl önce düğün gecesi herkese gülücükler dağıtıp mutluluğundan göklere uçan
sanki o değildi.
-Kocası buna seni boşayacağım demiş.
İçinden
“Hıh üzüldüğü şeye bak! Ben şahsen o moruktan kurtulduk diye yapsam yapsam
bayram yaparım,” diye düşündü.
-Canı sağ olsun! Daha iyisini bulur.
Pazartesi ben bir arkadaşa rica ederim, bir iki ayda biter. O nankör moruktan
kurtuluruz! Ben de önemli bir şey oldu sandım.
-Bugün işten eve döndüğünde kocası
evdeymiş, suratı da bir karışmış. Daha merhaba filan demeden, durduk yerde “
Ben senden boşanacağım, işi zorlaştırma, birkaç gün içinde eşyalarını topla,
evimi de boşalt! ” Demiş. Sonra da hiçbir açıklama yapmadan defolup gitmiş.
-Kiminmiş? Kiminmiş? Ev benim be!
Parasını ben ödedim sonra da kızın üstüne yaptım.
-Biliyorum ama…
-Aması ne?
-Şey…
-Ney! Ağzında gevelemeyi bırak da söyle!
-Evi bir süre önce damadın üzerine yaptı.
-Nee!
Gözleri
şaşkınlıktan fal taşı gibi açılmış, yüzü öfkeden kıpkırmızı olmuştu. Ağzının
kuruduğunu, dudaklarının uyuştuğunu hissetti. Birden yerinden fırladı. Kadın
korkuyla bir adım geri çekildi. Ama bu defa bağırmadı, adeta fısıldar gibi:
-Bunu da biliyordun değil mi? Ve tabii
bana söylemedin!
Kadın
kocasının bu halinin öfkesinden daha beter olduğunu biliyordu. Gelen fırtınayı
sezmiş, gibi yeniden ağlamaya başladı. Ama artık ok yaydan çıkmıştı, eşinin
gözyaşlarını her gördüğünde yüreği yumuşayan koca bu defa sinmedi. İşaret
parmağını kadına doğru sallayarak, “Allahtan” dedi “Allahtan bu evi de senin
üzerine yapmamışım, her halde sen de verecek birini bulurdun.”
Hızla kapıya doğru yürüdü. Çıkarken
birden geri dönüp yirmi sekiz yıllık eşine, aynı ses tonuyla:
-Damadın kızını, ben de seni boşayacağım!
dedi.
****
Aslında İstanbul’a, İzmir’de yaşadığı
kötü anılardan kaçmak için gelmişti. Ama bahanesi vardı. Üç büyük dava almıştı
ve kazanırsa getirisi büyük olacaktı. İkisi tamam gibiydi fakat üçüncüsü
ümitsiz vaka! Günlük masrafları çıkarmak içinse birkaç küçük dava, eh emekli
aylığı da var!
Adliyeden çıkınca bir dolmuşla Karaköy’e
iniyor oradan ver elini Tünel, az yürüyünce Şişhanedeki otantik Sarı madamın kıraathanesi,
arada sırada da Tepebaşı gazinosu. Yaz kış öğle sonralarını bu mekânlarda
geçiriyordu. Buranın Haliç manzarası muhteşemdi! Zaten kaldığı pansiyonu da
yeni tanıştığı nargile arkadaşları sayesinde bulmuştu. Yaşadıklarından sonra şu
soğuk odayı bile sığınılacak bir yuva gibi görmüştü. Sarı madam’ın hemen
karşısındaki sokak arasında bir ayakçı meyhanesi keşfetmişti ki değme gitsin!
Mezenin hası kesinlikle buradaydı. Akşam meyhane çıkışında kıraathaneye uğrar,
yeni tanıştığı Beşiktaşlı genç balıkçı arkadaşı çoğunlukla yanında olurdu. Bir
köşeye oturmuş aralarında sohbet ederlerken bir yandan kahvelerini yudumlar,
bir yandan da nargilelerini fokurdatırlardı.
Balıkçı eğitim görmüş çok kitap okumuştu
ama onun bildiği anlamda hiç çalışmamıştı. Her sabah yaz kış demeden saat
dörtte kalkıp balığa gidiyordu. Ona göre oltayı suya erken atmak çok balık
tutmak demekti. Bazen bir arkadaşının teknesinde, ama daha çok sahilde,
yakaladığı balıkları tanıdık restorana veya yakındaki benzinciye bırakıp parasını
ertesi gün, olmazsa daha sonra alıyordu. Kesinlikle açgözlü değildi. Pazarlığı
sevmez, ne verirlerse alırdı. Bu yüzden müşterileri onu severdi. İşte böyle
geçinip gidiyoruz derdi. Balığa da fazla takılmazdı. Ne zaman kıraathaneye
uğrasa onu köşesinde çayını yudumlarken bulurdu. Bilirdi ki balıklarını satmış,
işini bitirmiş.
Tabii yanlarına başkaları da gelirdi ama
hâkim herkesle samimi olmaz, kifayetsiz bulduğuyla dertleşmezdi. Dinlese de
sessiz kalırdı. Bu balıkçı farklıydı, kendisine yakın görürdü. Onun servet
düşmanı bir komünist mi yoksa devlet düşmanı bir anarşist mi olduğunu hiçbir
zaman anlayamamıştı ama dertleşilebilecek bir insan olduğunu kısa zamanda fark
etmişti. Bazen meyhanede, bazen kıraathanede, uğradıkları haksızlıkları,
yapılan yanlışlıkları birbirlerine anlatırken adeta rahatlıyor ve teselli
buluyorlardı. Balıkçı da az dertli değildi hani, başından geçen mahkeme ve adli
tıp olayları ne eski yargıcı şaşırtmıştı. Ne de yargıcın anlattıkları
balıkçıyı!
Ayakçı meyhanesinde rakılarını
yudumlayıp mezelerin tadına bakarken bir yandan da yoldan hızlı hızlı geçen
insanları seyrediyorlardı. O gün hava bayağı soğuktu, yargıç “bu gece elektrik
sobasını yakmalıyım” diye düşündü. “Durumu kurtarmak için de geç saate kadar
bizim balıkçı ile oturup nargile içmeli. Hava çok soğuk, bunun yarın balığa
gidebileceğini hiç sanmam! Ama ben erkenden adliyede olmalıyım.” Sonra birden
arkadaşının bir şeyler söylediğini fark edip iç dünyasından çıktı.
-Ne dedin?
-Hiiç, sana bir balıkçı hikâyesi
anlatayım mı? dedim.
Hafiften
gülerek,
-Anlat bakalım!
-Eskiden bu İstanbul’da bir balıkçı
yaşarmış. Çok kabadayı adammış. Bileği de güçlüymüş. Balığa çıkmadığı zamanlar
mesken tuttuğu kahvehanenin önünden ona eyvallah deyip selam vermeyen
geçemezmiş. Gittiği meyhanelerde herkes suspus otururmuş, kavga çıkarmak için
bile onun gitmesini beklerlermiş. Çok da yakışıklı adammış, bir gün sandalla
Boğaz’daki yalıların önünden geçerken kıyıda güzel bir kız görmüş. Lafı
uzatmayayım, gel zaman git zaman bunlar birbirlerine âşık olmuşlar. Meğerse
kızın babası paşaymış, sarayda iyi bir mevkii varmış, kız da tek evladı. Bunlar
bahçede falan buluşuyorlar fakat sonunda bu muhabbet babanın kulağına gidiyor.
Tabii paşa bu! Duyunca küplere biniyor, bizim balıkçıyı huzuruna getirtiyor.
Bakıyor yakışıklı çocuk, eli ayağı düzgün. Yaptırdığı araştırmaya göre pek bir
yamuğu da yok! Paşanın kendi de kabadayı adammış. Balıkçıyı alıyor karşısına,
“bak aslanım” diyor “böle böle önce bu âlemi bırakacaksın, sana bir iş
bulacağız, doğru dürüst çalışacaksın. Kabulse kızı sana vereceğim” Bizimki
zaten kıza sırılsıklam âşık, hemen kabul ediyor. Sonrası malum, yalıda düğün
dernek…
Uzanıp
kuruyan ağzına bir yudum rakı aldı ve hemen ardından birkaç yudum su.
-Eee?
-E’si
sonunda bir oğlan çocukları oluyor.
Balıkçı
burada bayağı güldü. Yargıç, “Bu akşam bi hoş, içkiyi fazla kaçırdı galiba,”
diye düşünürken bir yandan da laf yetiştirmeye çalışıyordu.
-Hepsi bu mu yani?
Balıkçı
biraz sitem etti:
-Hâkim bey lütfen bir dakika dinler
misiniz? Hepsi hepsi bir yudum rakı,
azcık da meze aldım nefes almak kabilinden, laf aramızda bu lahana
dolması da çok güzel olmuş!
-Bırak şimdi dolmayı da şu hikâyeni
bitir, bakalım sonunu nasıl bağlıyacaksın.
Bu
arada kendisi de devamlı atıştırıyordu.
-Evet, gelelim hikâyemize, bir erkek
çocukları oluyor. Yalıda herkes memnun, gel zaman git zaman paşa torunu büyür.
Neredeyse buluğ çağına girecek ama babanın endişeleri var. Çocuk uşaklarla
mürebbiyelerle adeta kız gibi yetişmekte, bu durum bizim balıkçıyı üzüyor. Bir
gün çıkıp eski kayıkhanesine, yıllardır görmediği eski arkadaşlarının yanına
gidiyor. İçlerinde en yaşlı ve kendine en yakın olanına derdini anlatıyor. O da
çocuğu bana getir, bir tanışalım diyor. Birkaç gün sonra baba oğul yaşlı
balıkçının yanına geliyorlar. Tanıştıktan bir süre sonra adam çocuğa “gel
seninle bir oyun oynayalım” diyor. “Sen işaret parmağını şöyle benim yaptığım
gibi kıvır, sonra birbirimizin ağzına sokalım ve ikimiz de aynı anda ısıralım,
kim bağırırsa ağzı açılacak böylece öbürü çekip kurtaracak ve kazanacak, tamam
mı?” Çocuk kabul ediyor, parmaklarını birbirlerinin ağızlarına sokunca
karşılıklı ısırmaya başlıyorlar. Balıkçı biraz kuvvetli ısırınca çocuk ah!
Diyor, adam da parmağını bunun ağzından çekip kurtarıyor. Yaşlı balıkçı eski
arkadaşının oğluna “bak yeğenim, biraz daha dayansaydın ben bağıracaktım”
diyor.
Sessizliği ilk bozan yargıç oldu,
-Bitti mi?
-Evet.
-Yani sen bana bu sıkıntılara biraz daha
dayanmamı mı ima ediyorsun?
-Böyle de anlaşılabilir ama ben
kesinlikle bunu önermiyorum.
-Yani?
-Yani, sevdiklerine daha fazla acı
çektirme, evine barkına dön diyorum. Sen buralara ait değilsin!
-Zaten İstanbul’da işlerimi bitirdim, toparlanıp
hafta sonunda İzmir’e döneceğim.
Sonra
hiçbir şey olmamış gibi başka konulara daldılar.
****
Daha ortalık ağarmamıştı. Lambanın ışığı
odayı aydınlatmada yetersiz kalıyordu. Pencere kenarında tek kişilik bir
karyola vardı. Üzerindeki yatak takımları temiz ve yeni görünüyordu. Ayrıca
eski moda sandalye, yemek yemek için tahta bir masa ama üzerinde temiz bir
örtü, yüzü eskimiş bir koltuk, küçük
buzdolabı, ütü masası ve dibinde eski model ütü, yerde makine yapımı sentetik
halı müsveddesi, eskiciden alındığı belli ceviz kaplama küçük gardırobun hafif
aralık kapısından bir sürü boş askı görünüyor. Bazı yerleri yırtık ve rengi
solmuş, eski bir perde bu tabloyu tamamlıyor. Masanın yanındaki sandalyeye
oturmuş peksimet ve İzmir tulum peynirinden oluşan kahvaltısını çaysız
sofrasında zar zor yemeğe çalışan adamın ortalık yerde duran valizinin şişkin,
tıkış tıkış halinden, az sonra yola çıkacağı belliydi. Bitiremedi, zaten bu
saatte yemek yemeğe de alışık değildi. Kırıntıları eski gazetenin içine sıkıştırıp
çöpe attı. Sonra yüzünde buruk bir tebessüm belirdi. Hafifçe “balıkçıya bir
veda edemedik.” dedi. Yerinden kalkıp
pencereye yaklaştı. Bir yıldır oturduğu ama şimdi ayrılma vaktinin geldiğine
inandığı sokağına son kez baktı, Asmalımescit kasvetli görünüyordu,
“tıpkı benim gibi” diye düşündü. Ortalık yavaş yavaş ağarmaya başlamıştı.
Cebine akşamdan yerleştirdiği İzmir biletini bir kez daha kontrol etti.
Elektriği söndürüp valizi elinde sessizce kapıdan çıktı. Merdivenlerden usulca
inip anahtarı holdeki yerine bıraktıktan sonra sokak kapısına yöneldi, her şey
ne kadar da sakin görünüyordu. Karşıya geçip hava yollarının Şişhane’deki
terminaline doğru yürüdü.
Bu Bize Yeter
Altmışlı yılların sonunda trafik şimdiki kadar olmasa da gene kendini hissettiriyordu. Elektrik kesilince troleybüsler yolun iki tarafına sıra sıra dizilirlerdi. Nedense bu diziliş ona karıncaları hatırlatırdı. Gene bir gün Beşiktaş’tan troleybüse binmiş, okuluna giderken eski Meclisi Mebussan binasıyla Kabataş arasındaki rıhtımda istavrit balıklarının sanki çöp birikintisi gibi yığılmış olduğunu görünce gözlerine inanamadı. Troleybüsün penceresinden dikkatle baktığında bir adamın elindeki kepçeyi suya daldırıp dört beş kilo istavriti bu kümenin üstüne ha babam yığdığını gördü. Aklından “acaba insanlar alıp yesinler diye mi böyle yapıyor?” sorusu geçti. Etrafa bakındı, kimseyi göremedi. Fazla da kafa yormadı. Sonucu belliydi ya, sebebiyle fazla ilgilenmedi. Hemen ilk durakta inip karşı kaldırıma geçerek aksi istikametten gelen otobüse bindi, soluğu tekrar Beşiktaş’ta aldı. Heyecanı ona okulunu unutturmuştu. Eve nasıl vardığını anlayamadı.
Hemen balık kutusunu açtı, her şey yerli
yerindeydi. Balıkçılık ve avcılık konusunda çok titizdi. Aradığını yerinde
bulmalıydı. O zamanlar kamış-makine yok yahut var da o bilmiyor. Yanına mantara
sarılmış misina, üçgen şeklinde ucu iğneli sıyırtma, eski penisilin şişesinde
biraz cıva, cıvayı sürmek için pamuk, iki zoka, zokayla misina arasına takmak
için birkaç ağırlık, bir parça ip, ilaveten de bazı araç gereç aldı.
Süratle
Beşiktaş’a inip, eskiden Tramvay Caddesi olarak adlandırılan caddeden karşıya
geçerek kaymakamlığın bahçesine girdi, kapının hemen yanındaki duvar dibini
kendine mekân tuttu. Sonra rıhtıma yaklaşıp denize baktığında sahil boyunca
milyonlarca istavritin her iki yöne doğru yığılmış olduğunu hayretle gördü.
Dört metre genişliğindeki alanda balıktan dip görünmüyordu. “Acaba kepçeyle mi
gelseydim?” Kendi kendine güldü. Etrafına bakındı, kimseler yoktu. O zamanlar
dört beş metre ileride küçük bir kaya vardı. Su seviyesi en fazla iki üç karış.
Kıyıyla sahil arasındaki kısa mesafede istavritler can derdinde. Hani elleri
ayakları olsa yanına gelecekler. İçlerinden bazıları kendini yüksekliği deniz
seviyesinden en fazla iki karış olan bu kayanın üstüne atıyor. Pabuçlarını,
çoraplarını çıkarıp paçalarını kıvırdı. Sığ suya girip elini savurarak kıyıya
beş on balık fırlattı. Misinayı açıp topladığı balıklardan birini zokanın ve
hırsızın iğnelerinden geçirdi. Bedeni hazırlayıp misinanın ucundaki fırdöndüye
bağladı. Sonra fırdöndüyü kovboy kemendi gibi çevirmeye başladı. “yahu atmam
gereken yer on metre yok, bu kadar çevirmeye ne gerek var!” diyerek zokayı
yavaşça kayanın öbür tarafına savurdu. “Su çok sığ, eğer orada balık yoksa
bizim takım gitti gider İlla dipteki atıklardan birine takılacak.” derken zoka
suyun içinde en fazla bir karış yol almadan olta yay gibi gerildi. Aynı anda
iki taraftan çekiliyor, suyun hem içinden
hem dışından. Kısmette ne varsa az sonra görülecek. Topu topu onbeş metre
misina. Balık bir sağa gidiyor, bir sola. Kuyruğunu olanca gücüyle suya vurup
direniyor. Her şey yaklaşık otuz saniye içinde bitti. Kofanayı ensesinden tutup
kocaman iğneyi ağzından çıkarırken bayağı zorlandı. Hemen ikinci yemi takıp bir
kere daha attı. Aynı yerden aynı şekilde bir kofana daha.
Etrafına göz ucuyla baktı. Yanına
kendinden daha genç bir çocuk gelmiş, o da balık tutuyor. Birkaç kişi
toplanmış, seyrediyorlar.
Çocuk
yanına geldi:
-Abi be! Gel sandal kiralayalım. Hem
seyircilerden kurtuluruz, hem daha rahat balık tutarız.
Sandalcı birkaç yüz metre ileride,
Barbaros meydanının deniz kıyısındaki kayıkhanede. Onu görünce tanıdı,
selamlaştılar. Adam sandalın başını eliyle tutarken sandala atladılar.
En fazla on dakika sonra az önce balık
tuttukları yere geldiler. Yemleri süratle takıp oltalarını aynı anda teknenin
sağından solundan denize attılar. Daha dibe inmeden, az önce yaşananlar
tekrarlandı. Misina, balığın yemi bir hamlede
kapışıyla önce aşağı çekiliyor, sonra yukarı doğru. Tabii bu hareketler iğnenin
balığın çenesine iyice yerleşmesini sağlıyor. Bundan sonrası kısa ama
heyecanlı, kocaman balıklar sandalda! Yemler yeniden takılıp zokalar suya
bırakıldı. Fakat artık ne gelen var ne giden. Sanki balık hep orada duracak!
“Ya ne yaptım da bu çocuğun aklına uydum.” Çocuk da öyle düşünüyor olmalı ki,
-Abi ya, keşke yerimizden ayrılmasaydık.
Onca zamanda en az dört beş tane daha tutardık! Gülümseyerek:
-Eh, sen söyledin, biz uyduk. Bari geri
dönelim de fazla para yazmasın. Teknede motor olsa takip ederdik. Kürekle bu iş
olmaz.
-Tamam, dönelim!
Ücreti ortaklaşa ödeyip sandalı
bıraktıktan sonra vedalaştılar. İkisi de dörder tane kofana yakalamıştı.
Yanında getirdiği ipi balıkların ağızlarından geçirip solungaçlarından
birbirine bağladı, en ucuna da kalem şeklinde bir tahta parçası. Bayağı da
ağırdı mübarekler. İçinden “Ulan! Bunun bir tanesi bile bize yeter” diye
düşündü “ Annem görünce kim bilir ne kadar şaşıracak!”
Caddeyi geçip Beşiktaş çarşısına girdi.
Şimdi zafer kazanmış bir komutan edasıyla yürüyor. Sanki herkesin gözü onun
balıklarında. Bir zamanlar gölgesinde çay içtiği çınar ağacına yaklaştığında
yolu yarılamıştı. Üstünde kar gibi temiz önlüğü, bembeyaz saçları ve burnunun
ucuna oturttuğu yakın gözlüğünün üzerinden sorgulayan bakışları ile berber
Kamil amca, dükkânın kapısında durmuş ona bakıyordu. Altmış yaşlarında, hal
tavır ve giyiminde özenli bir insandı. Onu hep yakası kolalı beyaz gömleği,
düzgün bağlanmış kravatı ile hatırlardı. Anlaşılan daha önce görüp dışarı
çıkmıştı.
-Maşallah! Balık bol galiba!
-Merhaba Kamil amca, evet biraz balık
tuttum.
Kamil Bey aynı zamanda mahalle
komşuları, evleri karşı karşıya. Balık vermezsem ayıp olur diye düşündü.
-Kamil amca balık vereyim mi?
Yaşlı
berber lafı ikiletmeden hemen dükkâna girip oldukça büyük bir kese kâğıdıyla
geri döndü.
-Teşekkür ederim, babana selam söyle!
Derken
yıllardır onu tıraş eden orta yaşlı, kel kafalı, şişman kalfa kapıda belirdi.
Adeta esas duruşta, hafifçe boynunu bükmüş. Bir şey söylemiyor ama belli ki o
da sırasını bekliyor.
-Sen de bir tane ister misin?
-Teşekkür ederim.
O
da bir anda kaybolup elinde kese kâğıdıyla ortaya çıktı.
Yoluna devam etti. Sol elinde taşıdığı
balıklar yarı yarıya hafiflemişti. “Hava sıcak, iki tane bize çok bile.”
Tarihi un değirmeninin beş on metre
ilerisindeki sokağa saptı. Eve yaklaştıkça adımları hızlandı. Zili çaldığında
annesi pencereden sepeti sarkıttı, anahtarı içinden alıp kapıyı açarken
karşıdan:
-Nebahat Hanım, Nebahat hanım, maşallah
oğlunun elleri dolu!
Bu
ses tanıdık! Karşıdaki ahşap evin girişinde, tek odada oturan komşuları.
Bu hanım Rum kökenli, Eşi Türk, evlendikten sonra İslam dinini kabul etmiş.
Pencerede bile hiç başörtüsüz görünmez. Oldukça kilolu, orta yaşın üzerinde bir
bayandı. Çok hamarattı, çarşıya pazara gider, kapısının önünü yıkar, pencere
önüne dizili çiçeklerini sular, camlarını silerdi. Ona hitap ederken şimdi
hatırlayamadığı adının sonuna “teyze” kelimesini eklerdi.
Arkasına dönüp bakınca karanfiller ve
sardunyalarla dolu penceresinin çıkıntısından pervazdaki mandala tutturulmuş
eski kafesin hemen altında gölgelenmiş gülen yüzünü gördü. Belli belirsiz ama
hoş bir Rum şivesiyle:
-Balık bol muydu evladım?
-Evet, dört tane yakaladım. Az önce Kamil
amcayla kalfasına iki tane bıraktım, bir tane vereyim mi?
-Size yetecek mi?
Elindeki
kofanaları yukarı doğru kaldırdı.
-Balıklar çok büyük, kalanı bize yeter!
-Eh, o zaman zahmet olmazsa alayım.
Birkaç
dakika sonra elinde kalaylanmış bakır bir kapla yıpranmış, boyasız ama üzerinde
eski oymacılığın tüm hünerlerinin yansıtıldığı çift kanatlı ahşap kapının
önünde belirdi. Hemen eşiği aşıp zamana karşı koyamamış, çatlaklarla dolu
yekpare mermer taşın üzerinde durup bekledi. Yanına gidip iri lüferlerden
birini kadının elindeki kabın içine bıraktı. Karşılıklı gülüştüler. Sonra eve
girip her basamakta tahtalardan çıkan gıcırtıyı dinleye dinleye ve tırabzana
tutunarak yukarı çıktı. Annesi güler yüzüyle onu merdivenlerin başında
karşıladı.
-Aferin, iki tane mi tuttun?
-Ne iki tanesi, dört tane! Ama bir
tanesini berber Kamil amcaya verdim. Kalfa da kapıda bekliyordu. Vermesen olmaz.
-İyi etmişsin, sevaptır. Göz hakkı var.
Zaten bu bize yeter!
12 Ocak 2014 Pazar
Hobbit: Smaug'un Çorak Toprakları
Yüzüklerin Efendisi serisinin öncü kitabı Hobbit üçlemesinin ikinci filmini sinemada izleme şansına erişmiş bulunmaktayım. İlk filmi evde iki seans izledikten iki hafta sonra yolumuz sinemaya düştü ve 3 boyutlu olarak filmi izledik.
Geç bir seans olmasına rağmen sinema koltukları %95 doluydu ve ancak ikinci sırada koltuk bulabildik. Filmi ne olursa olsun izlemeye karar verdiğimizden yine de izlemeyi tercih ettik ve kesinlikle çok iyi bir karar verdiğimizi söyleyebilirim.
Hobbit, Yüzüklerin Efendisi'ndeki Frodo'nun büyükbabasının hikayesini anlatıyor aslında. Ülkeleri bir ejderha tarafından ele geçirilen Cüceler ilk filmde yolculuğa çıkmışlardı, bu filmde macera devam ediyor ve ejderha Smaug'la tanışmak üzere Bilbo cücelerle yola devam ediyor. Gandalf'ın önerisiyle ekibe katılan Bilbo, cücelerin yanında hiç de deve gibi kalmayıp onlara cesaretini kanıtlıyor.
Altın hazinesinin içinde Erebor'da yaşayan ejderha Smaug ise Erebor'u eski kralın torunu Thorin Meşekalkan'a vermek niyetinde olmadığından iş yine Bilbo'ya düşer ve ejderhanın hazinesinden Arkantaşı'nı elde etmesi gerekmektedir.
Smaug'un yanına ulaşana dek Elflerin yardımıyla Orkları alt eden Cüceler, ülkelerini geri almak için çok kararlıdır. Öncesinde onlara yardım eden Göl Kasabası'ndan destekle ayrılırlar ve Erebor'a ulaştıktan sonra asıl zorluğun burada olduğu anlaşılır.
Film görsellik ve efekt olarak gayet başarılı, onun yanında Elf'lerden Legolas ve kadın savaşçı Galadriel, hem romantizmlikle filme renk katıyor. Burada Galadriel karakterinin Lost dizisinin yıldızı Evangeline Lily tarafından canlandırıldığını söylemeden geçemeyeceğim. Böylece erkek egemen filmde biraz da olsa kadın görmüş oluyoruz.
Film baştan sona heyecanlı, biraz da olsa temposunu kaybetmiyor, ilk filme oranla çok fazla sayıda savaş sahnesi içerdiğinden hiç duraklamadan ilerliyor ve 3 saat nasıl geçti hiç anlaşılmıyor.
Herkese kesinlikle tavsiye ederim, iyi seyirler!