Yalnızlığa Direnmek
O gün
İzmir güzel bir ilkbahar sabahını yaşıyordu, hava ılık mı ılık, gökyüzü
masmaviydi. İnsanlar evlerinden sokağa çıkmadan önce yeni bir günün getirip
götüreceklerine hazırlanıyorlardı. Her
zamanki gibi erkenden kalkmış, ta akşamdan planladığı günlük programını
uygulamaya çoktan başlamıştı. Karısına seslendi.
-Saliha, dolaptan ütülü bir gömlek verir
misin? Bugün duruşmam var.
-Sen kahvaltını ederken beş dakikada
ütülerim.
Yıllarca
farklı farklı kasaba ve şehirlerinde yürüttüğü hâkimlik mesleğinden ayrılalı
çok olmamıştı. Kısa bir süre önce de avukatlığa başlamıştı. Hala genç
sayılırdı, onu gören ellinin biraz altında veya üstünde sanırdı. Koyu kestane
rengi saçları hafifçe kırlaşmıştı ama sağlığı yerindeydi. Çok sevdiği biricik
kızı orta öğrenimini hep takdirnameler alarak tamamlamış, sonra mühendis
mektebini dört yılda bitirip mastırını da yapınca, büyük bir inşaat şirketinin
proje bölümünde dolgun maaşla çalışmaya başlamıştı. Bir arada çok güzel aile
tablosu çiziyorlardı ve mutlu olmamaları için hiçbir neden yoktu.
Kendi kendine “Bugün çok koşturduk yahu”
dedi. “Hâkimken bu kadar yorulmuyordum doğrusu.” Ama işlerin büyük bir kısmını
toparlamıştı. Öğle yemeğini çok beğendiği tarihi lokantanın bahçesinde palmiye
ağaçlarının gölgesinde yerken bir yandan da caddeden gelip geçenleri
seyrediyordu. Birden irkildi, “Aa, Necla!” Gördüğü manzaraya inanmaz gözlerle
odaklanmaya çalıştı. Kızı bir adamın koluna girmiş, dünya umurlarında değilmiş
gibi yürüyorlar. Ne halt edeceğini şaşırdı. Bir sürü karmaşık duygunun arasına
kıskançlık da girmedi değil hani! Sonra belli belirsiz bir tebessüm, “Yahu bu
kız ne benim ne annesinin yanında bu kadar mutlu görünmüyordu.” Fakat iş bu
kadarla kalsa umurunda bile olmaz, akşam eve gittiğinde karısına keyifli
keyifli anlatıp kızına da “Kız çapkın, hani ben neyse, anana niye
anlatmıyorsun?” diye sitem edebilirdi. Ancak gördüğü manzara farklıydı. Kızının
koluna girip başını omzuna yasladığı ak pak saçlı adam kendinden bile yaşlıydı.
Dondurma tezgâhının önünde durdular, birer külah dondurma alıp yirmili yaşlarda
iki sevgili gibi sarmaş dolaş, güle oynaya yollarına devam ettiler. “Bu ne
yahu? Adam damadım değil, olsa olsa ağabeyim olur, hem de elini öpeceğim kadar
yaşlı. Dur be! Bu meslek de beni fesat yaptı, belki iş yerinde çok sevip
saydığı bir büyüğüdür. Eve gidince anasının ağzını aramak şart oldu.”
Düşündüğü gibi yaptı. Elbiselerini
çıkarıp her zamanki titizliğiyle gardıroba astı. Pijamasını giyip lavaboya yöneldi.
Sonra gidip salondaki koltuğuna oturdu ama sehpanın üzerinde duran gazetesine
elini bile sürmedi. Karısına seslendi,
-Saliha, Saliha!
-Mutfaktayım, az bekle. Çayları alıp
geliyorum.
Kadın
kocasının hemen yanındaki kanepenin kenarına ilişti,
-Ee, bugün neler yaptın?
-Yaptıklarımı boş ver!
Kocasının
birden ciddileşen yüzünü fark etmemiş görünüp,
-Aa ne oldu ayol?
-Bugün işleri bitirdikten sonra öğle
arası yemek yerken karşı kaldırımda kimi gördüm dersin?
-Kimi?
-Kimi olacak, bizim kızı! Bir adamın
kolunda! Çok da samimi görünüyorlardı.
-Ee, ne var bunda? Genç kız, okulunu da
bitirdi. Devir değişti, senin benim yapamadıklarımızı şimdiki gençler yapıyor.
Kadın
kırkını çoktaan geçmişti ama bu sözü de bayağı cilveli söylemişti hani, fakat
şimdi bunu düşünecek durumda değildi, doğrudan konuya girdi.
-Senin dünyadan haberin yok. Adam benden
sekiz on yaş büyük. Ulan bırak kızı, senin için bile yaşlı.
Bu
cümleyi söylerken biraz münasebetsiz kaçtığını ve durumun vehametine uymadığını
düşünüp birden ciddileşti. Ama kadın hiç oralı değil!
-Ne olmuş? Erkeğin yaşlısı daha kıymet
bilir.
-Saliha, sen ne dediğinin farkında mısın?
-Onlar beş yıldır görüşüyor. Kızın da o
adama deliler gibi âşık.
Eşinin
bu sözleri sabrını taşırmaya yetti.
-Demek hanımefendinin her şeyden haberi
var. Bir de koşa koşa gelip bilgi veriyoruz. Kendi evimizde beş yıldır enayi
yerine konulmuşuz. Valla senin bu kadar düşüncesiz olduğunu bilmezdim!
-Niye düşüncesizlik olsun canım,
birbirlerini seviyorlar!
-Yahu! Kızın daha kırkına gelmeden adam
sekseni geçecek be!
Ne
söylediyse anlatamadı. Zaten kadın nikâhta keramet vardır diyor, başka bir şey
demiyordu.
Bunlar kararlarını vermişler diye düşündü. Daha fazla üsteleyip zaten kaçan
huzurunu daha da örselemek istemedi. Yanız o akşam kızına düşüncesini
sorduğunda evlenmek istediğini belirtince içinden ne haliniz varsa görün deyip
bir daha bu konuyu açmadı.
Bir kaç ay içinde söz kesilip nişan
yapıldı. Nikâh fazla beklemedi, ama biricik kızının düğününde nikâh fotoğrafı
çekilirken kendinden yaşlı damadın yanında mutlu bir kayınpeder görüntü
sergileyebilmek için bir hayli gayret sarf etti. Tabii yakın dost ve
arkadaşlarının ince esprilerine katlanırken de!
Aradan bayağı bir süre geçti. Avukat bey ve eşi saçları biraz ağarmış,
yüzlerinde hafif kırışıklıklar, gözaltlarında torbalar oluşmasına rağmen, adeta
kızları daha doğmadan önceki yeni evlilik yıllarına geri dönmüşlerdi. Karısına
durum nasıl diye pek sorduğu yoktu ama kadının keyifli halinden, eve geldiğinde
çayları getirirkenki cilveli yürüyüşünden sormaya gerek olmadığı sonucuna
varıyordu. Hatta zaman zaman “Yahu kim ne derse desin bizim hanım haklı galiba,
dediği gibi adam kızın kıymetini biliyor. Ne de olsa güngörmüş yaşlı başlı
adam! Fazla ters gitmemekle iyi ettim” diyordu.
Nikâhtan sonra bir yıl henüz geçmişti ki
annenin yüzü asılmaya başladı. Bir şeyler sezinliyordu ama bir türlü
soramıyordu. Kadın da inadına suspus, hiç konuşmadan öylece arpacı kumrusu gibi
düşünmekte, ancak bu durum çok sürmedi. Sonunda kıyamet koptu. Hem de ne
kıyamet! Bir gün anahtarları cebinden henüz çıkarmıştı ki içerden bir feryat
figan, anne iki göz iki çeşme, kızın hıçkırıkları ta kapının dışından
duyuluyor. Anahtarı kullanmaktan vazgeçip zili uzun uzun çaldı. Sonunda kapı
açıldı. Eşi kapının ardında ağlamaktan kızarmış gözlerle öylece duruyor. Hemen
eve girip kapıyı çabucak kapattı sonra kadına dönüp,
-N’oluyor Saliha, ne var? Ana kız bu ne
hal?
-Ah! Ah! Sorma başımıza geleni!
-Anlat kadın ne oldu? Şimdi çıldıracam
ha!
-Önce bir içeri geç, zaten konu komşuya
yeterince rezil olduk!
-Tamam tamam!
-Ama ne olur sen de kıza bağırıp çağırma.
Zaten morali bozuk, bir de ruh hekimlerine müşteri olmayalım.
-Allah Allah bu ne demek şimdi?
-Şuraya otur anlatacağım.
Baba
kendinden isteneni yaptı. Önce koltuğa ilişip sonra göz ucuyla sevgili kızına
baktı. Gözlerini duvardaki eski saatin iki yana salınan sarkacına dikmiş, hiç
kımıldamadan öylece bakıyordu. Bu haliyle ne kadar da hüzünlü görünüyordu. Daha
bir yıl önce düğün gecesi herkese gülücükler dağıtıp mutluluğundan göklere uçan
sanki o değildi.
-Kocası buna seni boşayacağım demiş.
İçinden
“Hıh üzüldüğü şeye bak! Ben şahsen o moruktan kurtulduk diye yapsam yapsam
bayram yaparım,” diye düşündü.
-Canı sağ olsun! Daha iyisini bulur.
Pazartesi ben bir arkadaşa rica ederim, bir iki ayda biter. O nankör moruktan
kurtuluruz! Ben de önemli bir şey oldu sandım.
-Bugün işten eve döndüğünde kocası
evdeymiş, suratı da bir karışmış. Daha merhaba filan demeden, durduk yerde “
Ben senden boşanacağım, işi zorlaştırma, birkaç gün içinde eşyalarını topla,
evimi de boşalt! ” Demiş. Sonra da hiçbir açıklama yapmadan defolup gitmiş.
-Kiminmiş? Kiminmiş? Ev benim be!
Parasını ben ödedim sonra da kızın üstüne yaptım.
-Biliyorum ama…
-Aması ne?
-Şey…
-Ney! Ağzında gevelemeyi bırak da söyle!
-Evi bir süre önce damadın üzerine yaptı.
-Nee!
Gözleri
şaşkınlıktan fal taşı gibi açılmış, yüzü öfkeden kıpkırmızı olmuştu. Ağzının
kuruduğunu, dudaklarının uyuştuğunu hissetti. Birden yerinden fırladı. Kadın
korkuyla bir adım geri çekildi. Ama bu defa bağırmadı, adeta fısıldar gibi:
-Bunu da biliyordun değil mi? Ve tabii
bana söylemedin!
Kadın
kocasının bu halinin öfkesinden daha beter olduğunu biliyordu. Gelen fırtınayı
sezmiş, gibi yeniden ağlamaya başladı. Ama artık ok yaydan çıkmıştı, eşinin
gözyaşlarını her gördüğünde yüreği yumuşayan koca bu defa sinmedi. İşaret
parmağını kadına doğru sallayarak, “Allahtan” dedi “Allahtan bu evi de senin
üzerine yapmamışım, her halde sen de verecek birini bulurdun.”
Hızla kapıya doğru yürüdü. Çıkarken
birden geri dönüp yirmi sekiz yıllık eşine, aynı ses tonuyla:
-Damadın kızını, ben de seni boşayacağım!
dedi.
****
Aslında İstanbul’a, İzmir’de yaşadığı
kötü anılardan kaçmak için gelmişti. Ama bahanesi vardı. Üç büyük dava almıştı
ve kazanırsa getirisi büyük olacaktı. İkisi tamam gibiydi fakat üçüncüsü
ümitsiz vaka! Günlük masrafları çıkarmak içinse birkaç küçük dava, eh emekli
aylığı da var!
Adliyeden çıkınca bir dolmuşla Karaköy’e
iniyor oradan ver elini Tünel, az yürüyünce Şişhanedeki otantik Sarı madamın kıraathanesi,
arada sırada da Tepebaşı gazinosu. Yaz kış öğle sonralarını bu mekânlarda
geçiriyordu. Buranın Haliç manzarası muhteşemdi! Zaten kaldığı pansiyonu da
yeni tanıştığı nargile arkadaşları sayesinde bulmuştu. Yaşadıklarından sonra şu
soğuk odayı bile sığınılacak bir yuva gibi görmüştü. Sarı madam’ın hemen
karşısındaki sokak arasında bir ayakçı meyhanesi keşfetmişti ki değme gitsin!
Mezenin hası kesinlikle buradaydı. Akşam meyhane çıkışında kıraathaneye uğrar,
yeni tanıştığı Beşiktaşlı genç balıkçı arkadaşı çoğunlukla yanında olurdu. Bir
köşeye oturmuş aralarında sohbet ederlerken bir yandan kahvelerini yudumlar,
bir yandan da nargilelerini fokurdatırlardı.
Balıkçı eğitim görmüş çok kitap okumuştu
ama onun bildiği anlamda hiç çalışmamıştı. Her sabah yaz kış demeden saat
dörtte kalkıp balığa gidiyordu. Ona göre oltayı suya erken atmak çok balık
tutmak demekti. Bazen bir arkadaşının teknesinde, ama daha çok sahilde,
yakaladığı balıkları tanıdık restorana veya yakındaki benzinciye bırakıp parasını
ertesi gün, olmazsa daha sonra alıyordu. Kesinlikle açgözlü değildi. Pazarlığı
sevmez, ne verirlerse alırdı. Bu yüzden müşterileri onu severdi. İşte böyle
geçinip gidiyoruz derdi. Balığa da fazla takılmazdı. Ne zaman kıraathaneye
uğrasa onu köşesinde çayını yudumlarken bulurdu. Bilirdi ki balıklarını satmış,
işini bitirmiş.
Tabii yanlarına başkaları da gelirdi ama
hâkim herkesle samimi olmaz, kifayetsiz bulduğuyla dertleşmezdi. Dinlese de
sessiz kalırdı. Bu balıkçı farklıydı, kendisine yakın görürdü. Onun servet
düşmanı bir komünist mi yoksa devlet düşmanı bir anarşist mi olduğunu hiçbir
zaman anlayamamıştı ama dertleşilebilecek bir insan olduğunu kısa zamanda fark
etmişti. Bazen meyhanede, bazen kıraathanede, uğradıkları haksızlıkları,
yapılan yanlışlıkları birbirlerine anlatırken adeta rahatlıyor ve teselli
buluyorlardı. Balıkçı da az dertli değildi hani, başından geçen mahkeme ve adli
tıp olayları ne eski yargıcı şaşırtmıştı. Ne de yargıcın anlattıkları
balıkçıyı!
Ayakçı meyhanesinde rakılarını
yudumlayıp mezelerin tadına bakarken bir yandan da yoldan hızlı hızlı geçen
insanları seyrediyorlardı. O gün hava bayağı soğuktu, yargıç “bu gece elektrik
sobasını yakmalıyım” diye düşündü. “Durumu kurtarmak için de geç saate kadar
bizim balıkçı ile oturup nargile içmeli. Hava çok soğuk, bunun yarın balığa
gidebileceğini hiç sanmam! Ama ben erkenden adliyede olmalıyım.” Sonra birden
arkadaşının bir şeyler söylediğini fark edip iç dünyasından çıktı.
-Ne dedin?
-Hiiç, sana bir balıkçı hikâyesi
anlatayım mı? dedim.
Hafiften
gülerek,
-Anlat bakalım!
-Eskiden bu İstanbul’da bir balıkçı
yaşarmış. Çok kabadayı adammış. Bileği de güçlüymüş. Balığa çıkmadığı zamanlar
mesken tuttuğu kahvehanenin önünden ona eyvallah deyip selam vermeyen
geçemezmiş. Gittiği meyhanelerde herkes suspus otururmuş, kavga çıkarmak için
bile onun gitmesini beklerlermiş. Çok da yakışıklı adammış, bir gün sandalla
Boğaz’daki yalıların önünden geçerken kıyıda güzel bir kız görmüş. Lafı
uzatmayayım, gel zaman git zaman bunlar birbirlerine âşık olmuşlar. Meğerse
kızın babası paşaymış, sarayda iyi bir mevkii varmış, kız da tek evladı. Bunlar
bahçede falan buluşuyorlar fakat sonunda bu muhabbet babanın kulağına gidiyor.
Tabii paşa bu! Duyunca küplere biniyor, bizim balıkçıyı huzuruna getirtiyor.
Bakıyor yakışıklı çocuk, eli ayağı düzgün. Yaptırdığı araştırmaya göre pek bir
yamuğu da yok! Paşanın kendi de kabadayı adammış. Balıkçıyı alıyor karşısına,
“bak aslanım” diyor “böle böle önce bu âlemi bırakacaksın, sana bir iş
bulacağız, doğru dürüst çalışacaksın. Kabulse kızı sana vereceğim” Bizimki
zaten kıza sırılsıklam âşık, hemen kabul ediyor. Sonrası malum, yalıda düğün
dernek…
Uzanıp
kuruyan ağzına bir yudum rakı aldı ve hemen ardından birkaç yudum su.
-Eee?
-E’si
sonunda bir oğlan çocukları oluyor.
Balıkçı
burada bayağı güldü. Yargıç, “Bu akşam bi hoş, içkiyi fazla kaçırdı galiba,”
diye düşünürken bir yandan da laf yetiştirmeye çalışıyordu.
-Hepsi bu mu yani?
Balıkçı
biraz sitem etti:
-Hâkim bey lütfen bir dakika dinler
misiniz? Hepsi hepsi bir yudum rakı,
azcık da meze aldım nefes almak kabilinden, laf aramızda bu lahana
dolması da çok güzel olmuş!
-Bırak şimdi dolmayı da şu hikâyeni
bitir, bakalım sonunu nasıl bağlıyacaksın.
Bu
arada kendisi de devamlı atıştırıyordu.
-Evet, gelelim hikâyemize, bir erkek
çocukları oluyor. Yalıda herkes memnun, gel zaman git zaman paşa torunu büyür.
Neredeyse buluğ çağına girecek ama babanın endişeleri var. Çocuk uşaklarla
mürebbiyelerle adeta kız gibi yetişmekte, bu durum bizim balıkçıyı üzüyor. Bir
gün çıkıp eski kayıkhanesine, yıllardır görmediği eski arkadaşlarının yanına
gidiyor. İçlerinde en yaşlı ve kendine en yakın olanına derdini anlatıyor. O da
çocuğu bana getir, bir tanışalım diyor. Birkaç gün sonra baba oğul yaşlı
balıkçının yanına geliyorlar. Tanıştıktan bir süre sonra adam çocuğa “gel
seninle bir oyun oynayalım” diyor. “Sen işaret parmağını şöyle benim yaptığım
gibi kıvır, sonra birbirimizin ağzına sokalım ve ikimiz de aynı anda ısıralım,
kim bağırırsa ağzı açılacak böylece öbürü çekip kurtaracak ve kazanacak, tamam
mı?” Çocuk kabul ediyor, parmaklarını birbirlerinin ağızlarına sokunca
karşılıklı ısırmaya başlıyorlar. Balıkçı biraz kuvvetli ısırınca çocuk ah!
Diyor, adam da parmağını bunun ağzından çekip kurtarıyor. Yaşlı balıkçı eski
arkadaşının oğluna “bak yeğenim, biraz daha dayansaydın ben bağıracaktım”
diyor.
Sessizliği ilk bozan yargıç oldu,
-Bitti mi?
-Evet.
-Yani sen bana bu sıkıntılara biraz daha
dayanmamı mı ima ediyorsun?
-Böyle de anlaşılabilir ama ben
kesinlikle bunu önermiyorum.
-Yani?
-Yani, sevdiklerine daha fazla acı
çektirme, evine barkına dön diyorum. Sen buralara ait değilsin!
-Zaten İstanbul’da işlerimi bitirdim, toparlanıp
hafta sonunda İzmir’e döneceğim.
Sonra
hiçbir şey olmamış gibi başka konulara daldılar.
****
Daha ortalık ağarmamıştı. Lambanın ışığı
odayı aydınlatmada yetersiz kalıyordu. Pencere kenarında tek kişilik bir
karyola vardı. Üzerindeki yatak takımları temiz ve yeni görünüyordu. Ayrıca
eski moda sandalye, yemek yemek için tahta bir masa ama üzerinde temiz bir
örtü, yüzü eskimiş bir koltuk, küçük
buzdolabı, ütü masası ve dibinde eski model ütü, yerde makine yapımı sentetik
halı müsveddesi, eskiciden alındığı belli ceviz kaplama küçük gardırobun hafif
aralık kapısından bir sürü boş askı görünüyor. Bazı yerleri yırtık ve rengi
solmuş, eski bir perde bu tabloyu tamamlıyor. Masanın yanındaki sandalyeye
oturmuş peksimet ve İzmir tulum peynirinden oluşan kahvaltısını çaysız
sofrasında zar zor yemeğe çalışan adamın ortalık yerde duran valizinin şişkin,
tıkış tıkış halinden, az sonra yola çıkacağı belliydi. Bitiremedi, zaten bu
saatte yemek yemeğe de alışık değildi. Kırıntıları eski gazetenin içine sıkıştırıp
çöpe attı. Sonra yüzünde buruk bir tebessüm belirdi. Hafifçe “balıkçıya bir
veda edemedik.” dedi. Yerinden kalkıp
pencereye yaklaştı. Bir yıldır oturduğu ama şimdi ayrılma vaktinin geldiğine
inandığı sokağına son kez baktı, Asmalımescit kasvetli görünüyordu,
“tıpkı benim gibi” diye düşündü. Ortalık yavaş yavaş ağarmaya başlamıştı.
Cebine akşamdan yerleştirdiği İzmir biletini bir kez daha kontrol etti.
Elektriği söndürüp valizi elinde sessizce kapıdan çıktı. Merdivenlerden usulca
inip anahtarı holdeki yerine bıraktıktan sonra sokak kapısına yöneldi, her şey
ne kadar da sakin görünüyordu. Karşıya geçip hava yollarının Şişhane’deki
terminaline doğru yürüdü.
Hiç yorum yok