Bu Bize Yeter
Altmışlı yılların sonunda trafik şimdiki kadar olmasa da gene kendini hissettiriyordu. Elektrik kesilince troleybüsler yolun iki tarafına sıra sıra dizilirlerdi. Nedense bu diziliş ona karıncaları hatırlatırdı. Gene bir gün Beşiktaş’tan troleybüse binmiş, okuluna giderken eski Meclisi Mebussan binasıyla Kabataş arasındaki rıhtımda istavrit balıklarının sanki çöp birikintisi gibi yığılmış olduğunu görünce gözlerine inanamadı. Troleybüsün penceresinden dikkatle baktığında bir adamın elindeki kepçeyi suya daldırıp dört beş kilo istavriti bu kümenin üstüne ha babam yığdığını gördü. Aklından “acaba insanlar alıp yesinler diye mi böyle yapıyor?” sorusu geçti. Etrafa bakındı, kimseyi göremedi. Fazla da kafa yormadı. Sonucu belliydi ya, sebebiyle fazla ilgilenmedi. Hemen ilk durakta inip karşı kaldırıma geçerek aksi istikametten gelen otobüse bindi, soluğu tekrar Beşiktaş’ta aldı. Heyecanı ona okulunu unutturmuştu. Eve nasıl vardığını anlayamadı.
Hemen balık kutusunu açtı, her şey yerli
yerindeydi. Balıkçılık ve avcılık konusunda çok titizdi. Aradığını yerinde
bulmalıydı. O zamanlar kamış-makine yok yahut var da o bilmiyor. Yanına mantara
sarılmış misina, üçgen şeklinde ucu iğneli sıyırtma, eski penisilin şişesinde
biraz cıva, cıvayı sürmek için pamuk, iki zoka, zokayla misina arasına takmak
için birkaç ağırlık, bir parça ip, ilaveten de bazı araç gereç aldı.
Süratle
Beşiktaş’a inip, eskiden Tramvay Caddesi olarak adlandırılan caddeden karşıya
geçerek kaymakamlığın bahçesine girdi, kapının hemen yanındaki duvar dibini
kendine mekân tuttu. Sonra rıhtıma yaklaşıp denize baktığında sahil boyunca
milyonlarca istavritin her iki yöne doğru yığılmış olduğunu hayretle gördü.
Dört metre genişliğindeki alanda balıktan dip görünmüyordu. “Acaba kepçeyle mi
gelseydim?” Kendi kendine güldü. Etrafına bakındı, kimseler yoktu. O zamanlar
dört beş metre ileride küçük bir kaya vardı. Su seviyesi en fazla iki üç karış.
Kıyıyla sahil arasındaki kısa mesafede istavritler can derdinde. Hani elleri
ayakları olsa yanına gelecekler. İçlerinden bazıları kendini yüksekliği deniz
seviyesinden en fazla iki karış olan bu kayanın üstüne atıyor. Pabuçlarını,
çoraplarını çıkarıp paçalarını kıvırdı. Sığ suya girip elini savurarak kıyıya
beş on balık fırlattı. Misinayı açıp topladığı balıklardan birini zokanın ve
hırsızın iğnelerinden geçirdi. Bedeni hazırlayıp misinanın ucundaki fırdöndüye
bağladı. Sonra fırdöndüyü kovboy kemendi gibi çevirmeye başladı. “yahu atmam
gereken yer on metre yok, bu kadar çevirmeye ne gerek var!” diyerek zokayı
yavaşça kayanın öbür tarafına savurdu. “Su çok sığ, eğer orada balık yoksa
bizim takım gitti gider İlla dipteki atıklardan birine takılacak.” derken zoka
suyun içinde en fazla bir karış yol almadan olta yay gibi gerildi. Aynı anda
iki taraftan çekiliyor, suyun hem içinden
hem dışından. Kısmette ne varsa az sonra görülecek. Topu topu onbeş metre
misina. Balık bir sağa gidiyor, bir sola. Kuyruğunu olanca gücüyle suya vurup
direniyor. Her şey yaklaşık otuz saniye içinde bitti. Kofanayı ensesinden tutup
kocaman iğneyi ağzından çıkarırken bayağı zorlandı. Hemen ikinci yemi takıp bir
kere daha attı. Aynı yerden aynı şekilde bir kofana daha.
Etrafına göz ucuyla baktı. Yanına
kendinden daha genç bir çocuk gelmiş, o da balık tutuyor. Birkaç kişi
toplanmış, seyrediyorlar.
Çocuk
yanına geldi:
-Abi be! Gel sandal kiralayalım. Hem
seyircilerden kurtuluruz, hem daha rahat balık tutarız.
Sandalcı birkaç yüz metre ileride,
Barbaros meydanının deniz kıyısındaki kayıkhanede. Onu görünce tanıdı,
selamlaştılar. Adam sandalın başını eliyle tutarken sandala atladılar.
En fazla on dakika sonra az önce balık
tuttukları yere geldiler. Yemleri süratle takıp oltalarını aynı anda teknenin
sağından solundan denize attılar. Daha dibe inmeden, az önce yaşananlar
tekrarlandı. Misina, balığın yemi bir hamlede
kapışıyla önce aşağı çekiliyor, sonra yukarı doğru. Tabii bu hareketler iğnenin
balığın çenesine iyice yerleşmesini sağlıyor. Bundan sonrası kısa ama
heyecanlı, kocaman balıklar sandalda! Yemler yeniden takılıp zokalar suya
bırakıldı. Fakat artık ne gelen var ne giden. Sanki balık hep orada duracak!
“Ya ne yaptım da bu çocuğun aklına uydum.” Çocuk da öyle düşünüyor olmalı ki,
-Abi ya, keşke yerimizden ayrılmasaydık.
Onca zamanda en az dört beş tane daha tutardık! Gülümseyerek:
-Eh, sen söyledin, biz uyduk. Bari geri
dönelim de fazla para yazmasın. Teknede motor olsa takip ederdik. Kürekle bu iş
olmaz.
-Tamam, dönelim!
Ücreti ortaklaşa ödeyip sandalı
bıraktıktan sonra vedalaştılar. İkisi de dörder tane kofana yakalamıştı.
Yanında getirdiği ipi balıkların ağızlarından geçirip solungaçlarından
birbirine bağladı, en ucuna da kalem şeklinde bir tahta parçası. Bayağı da
ağırdı mübarekler. İçinden “Ulan! Bunun bir tanesi bile bize yeter” diye
düşündü “ Annem görünce kim bilir ne kadar şaşıracak!”
Caddeyi geçip Beşiktaş çarşısına girdi.
Şimdi zafer kazanmış bir komutan edasıyla yürüyor. Sanki herkesin gözü onun
balıklarında. Bir zamanlar gölgesinde çay içtiği çınar ağacına yaklaştığında
yolu yarılamıştı. Üstünde kar gibi temiz önlüğü, bembeyaz saçları ve burnunun
ucuna oturttuğu yakın gözlüğünün üzerinden sorgulayan bakışları ile berber
Kamil amca, dükkânın kapısında durmuş ona bakıyordu. Altmış yaşlarında, hal
tavır ve giyiminde özenli bir insandı. Onu hep yakası kolalı beyaz gömleği,
düzgün bağlanmış kravatı ile hatırlardı. Anlaşılan daha önce görüp dışarı
çıkmıştı.
-Maşallah! Balık bol galiba!
-Merhaba Kamil amca, evet biraz balık
tuttum.
Kamil Bey aynı zamanda mahalle
komşuları, evleri karşı karşıya. Balık vermezsem ayıp olur diye düşündü.
-Kamil amca balık vereyim mi?
Yaşlı
berber lafı ikiletmeden hemen dükkâna girip oldukça büyük bir kese kâğıdıyla
geri döndü.
-Teşekkür ederim, babana selam söyle!
Derken
yıllardır onu tıraş eden orta yaşlı, kel kafalı, şişman kalfa kapıda belirdi.
Adeta esas duruşta, hafifçe boynunu bükmüş. Bir şey söylemiyor ama belli ki o
da sırasını bekliyor.
-Sen de bir tane ister misin?
-Teşekkür ederim.
O
da bir anda kaybolup elinde kese kâğıdıyla ortaya çıktı.
Yoluna devam etti. Sol elinde taşıdığı
balıklar yarı yarıya hafiflemişti. “Hava sıcak, iki tane bize çok bile.”
Tarihi un değirmeninin beş on metre
ilerisindeki sokağa saptı. Eve yaklaştıkça adımları hızlandı. Zili çaldığında
annesi pencereden sepeti sarkıttı, anahtarı içinden alıp kapıyı açarken
karşıdan:
-Nebahat Hanım, Nebahat hanım, maşallah
oğlunun elleri dolu!
Bu
ses tanıdık! Karşıdaki ahşap evin girişinde, tek odada oturan komşuları.
Bu hanım Rum kökenli, Eşi Türk, evlendikten sonra İslam dinini kabul etmiş.
Pencerede bile hiç başörtüsüz görünmez. Oldukça kilolu, orta yaşın üzerinde bir
bayandı. Çok hamarattı, çarşıya pazara gider, kapısının önünü yıkar, pencere
önüne dizili çiçeklerini sular, camlarını silerdi. Ona hitap ederken şimdi
hatırlayamadığı adının sonuna “teyze” kelimesini eklerdi.
Arkasına dönüp bakınca karanfiller ve
sardunyalarla dolu penceresinin çıkıntısından pervazdaki mandala tutturulmuş
eski kafesin hemen altında gölgelenmiş gülen yüzünü gördü. Belli belirsiz ama
hoş bir Rum şivesiyle:
-Balık bol muydu evladım?
-Evet, dört tane yakaladım. Az önce Kamil
amcayla kalfasına iki tane bıraktım, bir tane vereyim mi?
-Size yetecek mi?
Elindeki
kofanaları yukarı doğru kaldırdı.
-Balıklar çok büyük, kalanı bize yeter!
-Eh, o zaman zahmet olmazsa alayım.
Birkaç
dakika sonra elinde kalaylanmış bakır bir kapla yıpranmış, boyasız ama üzerinde
eski oymacılığın tüm hünerlerinin yansıtıldığı çift kanatlı ahşap kapının
önünde belirdi. Hemen eşiği aşıp zamana karşı koyamamış, çatlaklarla dolu
yekpare mermer taşın üzerinde durup bekledi. Yanına gidip iri lüferlerden
birini kadının elindeki kabın içine bıraktı. Karşılıklı gülüştüler. Sonra eve
girip her basamakta tahtalardan çıkan gıcırtıyı dinleye dinleye ve tırabzana
tutunarak yukarı çıktı. Annesi güler yüzüyle onu merdivenlerin başında
karşıladı.
-Aferin, iki tane mi tuttun?
-Ne iki tanesi, dört tane! Ama bir
tanesini berber Kamil amcaya verdim. Kalfa da kapıda bekliyordu. Vermesen olmaz.
-İyi etmişsin, sevaptır. Göz hakkı var.
Zaten bu bize yeter!
Hiç yorum yok