Sis
Evden alelacele çıktım. Soluk soluğa
otobüs durağına geldiğimi görenler işe yetişiyorum sanır, oysa avare yıllarımın
tam ortasındayım. O günlerde sık sık Kocamustafapaşa’ya giderdim. Önce Eminönü,
sonra Kocamustafapaşa otobüsü. Sanki eski İstanbul’u yeniden keşfetmiş
gibiydim. O zamana kadar ne Kocamustafapaşa beni tanırdı, ne ben
Kocamustafapaşa’yı!
Eskilerin İstanbul’u şimdikinin
onda biri bile değildi. Ninem Eminönü’ne gideceği zaman dedeme “Yarın
İstanbul’a alışverişe gideceğim.” Derdi. Bana gelince, oturduğum semti bile tam
olarak bilmem. Hele sokak isimlerini hiç aklımda tutamam!
Otobüsten iner inmez birkaç yüz metre
ileride, tarihi evlerin sıralandığı Arnavut kaldırımlı sokakta köhne bir
kahvehane vardı. İşletmecisi, müdürü, garsonu, ocakçısı aynı kişi. Başında
kasket, omzunda buruşuk, kirli peşkir, üzerinde kolları sıvalı, üstten iki
düğmesi açık eski püskü bir gömlek, yüzünde illaki bıyık ve hafif sakal. Kahvecimiz!
Mekâna gelince, masalarla sandalyeler eski tarz ve ahşap. Tuvalet çay ocağının
hemen arkasında. Kapı var, pencere yok! Amonyak kokusu dışarıya sızmış durumda ve
en kötüsü sigara dumanından göz gözü görmüyor.
O zamanlar briçle kalkıp briçle yatıyor, kulüplerde
yarışmalara katılıyorum, hani neredeyse rüyalarıma giriyor. Kocamustafapaşa’lı
dostlarım bu konuda hiç fena değiller. İş güç sahibi insanlar, bazıları da üniversite öğrencisi. Her akşam saat
7.00, en geç 8.00 den sonra burada toplanıp bir iki masa oluşturuyoruz. Eve
dönüş genellikle gece yarısında sonra!
Çaylar kahveler içildi, oyun bitti,
kritikler yapıldı, hesaplar ödendi, sonunda kalkma saati geldi. Genellikle
Vasfi ağabey kardeşi Nusret’le eve dönerken Vosvosuyla beni otobüse yetiştirirdi.
Arada sırada oyun uzar, o zaman sağ elini şöyle bir yukarı kaldırıp “Merak etme, ben seni Aksaray’a bırakırım.”
Derdi. Ondan sonrası kolay, Taksim üzerinden ver elini Beşiktaş!
O gün de diğerlerinden farklı değildi.
Beni otobüs durağına bıraktılar. Her zamanki karşılıklı el sallamalar. Onlar
yollarına gitti, ben de Eminönü otobüsüne bindim. Otobüs hareket etti, her şey
yolunda. Aksaray’a vardık. Pencereden dışarı bakıyorum, Laleli’yi geçince otobüsümüzün
önceleri hafif, sonra yoğun bir sisin içine girdiğini fark ettim. İçeride
şoför, biletçi, ben ve birkaç yolcu daha var. Beyazıtı geçip Çemberlitaş’a
geldiğimizde sis iyice yoğunlaştı. “Neredeyse göz gözü görmez oldu” diye
düşünürken birkaç yüz metre ileride adeta kâbusa dönüştü. Sanki eski Skoda otobüsün
camlarına beyaz kalın perdeler çekilmiş gibi!
Şoför otobüsü yavaşlattı ama hala gidiyoruz.
Yerimden kalkıp ön kapıya doğru ilerledim. Gördüğüm manzara beni iyice şaşırttı.
Şoförümüz vasıtayı kör uçuş yapan pilot gibi önünü görmeden kullanıyordu. Hemen
yanımdaki koltuğa çöküp demire sıkı sıkı tutundum. Az sonra bir çatırtı duyuldu
ve otobüs zınk diye durdu. Kısa bir
sessizlik. Şoför arkaya doğru dönüp “Ben sis geçene kadar burada kalıyorum, siz
de kalabilirsiniz, ya da nasıl isterseniz.” Dedi.
Herkes otobüsten inip dört bir yana dağıldı. Çaresiz, ben de indim.
Göz gözü görmüyor! Otobüse tutuna tutuna önünden döndüm, derken ayağım bir şeye
takıldı. Eğilip yokladım; kaldırım! Sol elimle otobüsü bırakmamaya çalışıyorum.
O arada ön tekerleklerin kaldırımın üzerinde olduğunu hissettim. Tahmini olarak
yön tayinine çalıştım. “Burası kesinlikle adliyeye giden yol, ama yolun girişi.
Şoför farkında olmaksızın direksiyonu hafif sağa kırıp bu yola girmiş olmalı.
Sonra yolu tam dönemediği için kaldırıma çıkıp birkaç metre de burada gitti.”
Diye düşündüm. Sağ taraf adliyeye gidiyor, yolun solunu takip edip kaldırımdan
kesinlikle inmemeliyim. Elimi otobüsten çekip Topkapı sarayına doğru hafif meyille
inen yola kendimi bıraktım. Bir karış ileriyi görmek mümkün değil. Başımı
eğdiğimde, bırakın ayaklarımı, belden aşağımı göremiyorum. Arkama döndüm,
otobüs filan çoktan kaybolmuş. Yüreğimin sıkıştığını hissettim. İçimi nefessiz
kalır mıyım endişesi sardı. Sonra olur mu öyle şey deyip, kendimi toparladım. Düşünmem
gereken bu değil! Bir süre sonra kaldırım bitecek. Düz gidersem Topkapı
sarayının kapısına yönelir ve iyice kaybolurum. Eski anılarımdaki tramvay ve
troleybüs hatlarını düşünüp yoldaki kavisi hatırlamaya çalıştım. Dönüş oldukça
sert, sanırım L harfi şeklindeydi. Bir yandan yürüyor, bir yandan da hafızamı
zorluyordum. O güne kadar yüreğimin bu denli daraldığını hiç hatırlamıyorum.
Ansızın tökezledim, ama düşmeden kendimi
toparladım. Hafif sola doğru körlemesine yürümeye başladım. Bir dakika mı, on
beş dakika mı, ne kadar yürüdüğümü şimdi hatırlamıyorum. Avuçlarım gövdemden
ileride yürürken ayaklarım yeniden bir engele takıldı. Eğilip dokundum;
kaldırım! İçimden “Eğer aşağıya doğru gidiyorsa doğru yoldayım. Kaldırımı
bırakmak yok. Biraz yürüyeyim, sonra hafif sağa yönelip duvarı yakaladım mı ver
elini Gülhane parkı. Acele işim yok! Tek amacım bir an evvel kendimi Sirkeci
garına atmak. Orada güvende olurum.” Diye düşünürken sağ elim duvara değdi. Bu
iyi! Aman sakın bırakma. Parmaklarımın ucuyla hafifçe duvara dokunurken, sol
elimi ileriye uzatmış kendimi korumaya çalışıyorum. Adım atmıyor, ayaklarımı
adeta sürüklüyorum. Bu kaldırım da bitti. Şimdi buradan dümdüz gidip aslan veya
kurt kafesine girersem! Aman çocuk, sakın yanlışlıkla Gülhane parkından içeri
dalma! Neyse ki hala gülebiliyorum. Bir yandan da rotamı hafiften sola çevirip
parkın öbür tarafındaki kale duvarını bulmaya çalışıyorum. Keskin dönüş yapmak
yok. Sonunda kaldırımı ve kale duvarını bulup adeta karış karış ilerleyerek
yola devam ediyorum. Sessizlik şu anda bana sisten daha yoğunmuş gibi geliyor.
Sanki yere bir yaprak düşse duyulacak. Korkutucu! O gece yalnızlığın sadece
manevi değil, maddi tarafını da tanıdım. Yol öylece devam etti. Sokak aralarına
hiç sapmadan dosdoğru giderek yolu bitirdim. Yüzlerce, belki de binlerce defa
geçtiğim yolun krokisi elimde değil ama beynimde. Burası kesinlikle Sirkeci
Meydanı. Sağa dönersem belki Sirkeci garının ışıklarını görebilirim. Evet,
ışıkları hayal meyal fark ettim ve oraya doğru yöneldim.
İstasyona girdiğimde derin bir nefes
aldım. Oh, kurtuldum! İçeride hayat hiçbir şey olmamış gibi devam ediyor. Ama
sanırım buraya sığınmış birkaç kişi daha var. Pencereden dışarıya bakan bir
adama yaklaştım. Dönünce göz göze geldik.
—Biraz açıldı galiba.
—Evet, Sultanahmet’ten geliyorum.
—Oralar nasıl?
—Sorma, duvarlara tutuna tutuna geldim.
Otobüs Sultanahmet’te kaldırıma çıktı.
—…
—Dahası da var. Belden aşağımı
göremiyordum. Yola alışkın olmasam kim bilir nerelerde kaybolmuştum.
—Böylesini ben de ilk defa görüyorum. Yolculuk
ne tarafa?
—Gidebilirsem Beşiktaşa!
Çıksam mı, çıkmasam mı diye tereddüt ettim.
Sonra hiçbir şey söylemeden kapıya yönelip sağ tarafa, denize doğru yürümeye
başladım. Görüş mesafesi çok kısıtlı. Ancak yolu ve biraz önümü görebiliyorum. Sahile
vardım, varacağım derken sis tekrar artmaya başladı. İçimi yeniden bir korku
sardı. Ya göremez de denize düşersem! En iyisi hafif sola dönüp Eminönü
istikametine doğru yürümek. Yani biraz sola, biraz sağa. Bir süre sonra az
ilerimde kıyıya vuran dalgaların sesini duydum. Bu taraftan! Sesin geldiği yöne
doğru dikkatlice birkaç adım attığımda rıhtımı hayal meyal seçebildim. Acaba
köprüye yakın mıyım? Tekrar yeni bir sis bulutunun içine girdim. Nerede bu
köprü? Otuz kırk metre yakınımda, bundan eminim ama nerede? Onu bulursam korkularımı
ve yalnızlığımı gidermiş olacağım. Birdenbire elim bir şeye değdi: korkuluk!
Hemen yakaladım! Eh, gerisi kolay diye düşündüm. Çok rahatlamıştım. Artık tutuna
tutuna giderim.
Karaköy iskelesine yaklaşırken sis biraz
azaldı. Beş on metre önümü görmeye başladım. En iyisi burada bir süre mola
vermek. İçeride fazla kalabalık yok. Birkaç kişi dışarı bakıyor. İçlerinden
biri “Merhaba” dedi ve hiç beklemeden söze girdi:
—Nereden geliyorsun? Sis nasıl?
—Sultanahmet’ten. Bir ara belden aşağımı
göremez oldum. Korktum, nefes alamayacağımı sandım!
—Biz de burada kaldık. Diğer adam,
—Yolculuk ne tarafa?
—Beşiktaş’a. Siz nereye?
—Gidebilirsem Taksim’e.
Bu sözden beraber olmadıklarını anladım. Onlar da benim gibi
tesadüfen oradalar. Burası istasyon kadar geniş ve ferah değil. Orada fazla
beklemedim, burada hiç kalamam. Adamlara “hoşça kalın” deyip kapıya
yöneldiğimde Taksim’e gideceğini söyleyen adam:
—Arkadaş, bekle ben de geliyorum.
—Tamam.
Sis yoğundu ama önceki kadar değil. Beraberce
yürümeye başladık. Derken Dış Hatlar yolcu salonuna yöneldik. Adam eliyle
ileriyi işaret edip:
—Gene buhar kazanına giriyoruz!
—Evet, çok yoğun.
Sultanahmet’te ve Eminönü’nde
karşılaştığım sisin bir benzerine daha daldık. Birbirimizi kaybetmemek için
adeta omuz omuza gidiyoruz. Fakat birden yol arkadaşım hafifçe sendeleyip durdu.
—Ayağım bir şeye takıldı!
Kaldırımın kenarında duran taşı
almak için eğildiğinde birkaç adım daha ilerledim. Sonra durdum.
—Niye aldın o taşı?
—Burası çok ıssız. Az ileride göz gözü
görmüyor. Ne olur ne olmaz!
Doğrusu ben az ilerideki
tehditten çok, ardımda yürüyen adamın elindeki taştan ikirciklendim.
—Haklısın. En iyisi sen öne geç!
Yol arkadaşım ister istemez öne
geçti, ben de bir adım arkasında. Önce adımlarımı yavaşlattım. Sonra birkaç
dakika olduğum yerde durdum. Böylece arayı mümkün olduğu kadar açtım. Adam
yoğun sis içinde gözden kaybolup gitti. Gene sis bastırmıştı. Küçük adımlarla,
ayaklarımı sürüye sürüye yürürken zemindeki kaldırım taşlarını hissetmeye
çalışıyorum. Biliyorum ki taşların asfalta dönüştüğü yerde ana yola çıkmış
olacağım.
Öyle de oldu. Ansızın arkamdan gelen
korna sesiyle irkildim. Geriye dönüp baktığımda havada oturuyormuş gibi görünen
bir adamın bana doğru yaklaştığını hayretle gördüm. Hemen sisin içinden çıkan
iki far ve bir tampon. Ardından eski model Plymouth araba. Adam kaputa oturmuş,
ayaklarını tampona dayamış, eliyle işaret edip şoföre “gel gel” diye talimat
veriyor. Otomobil tam önüme geldiğinde, pencereden başını dışarı çıkaran yolcuya “Beşiktaş” diye seslendim. Adam arkayı işaret
ederek:
—Atla! Dedi.
Tereddüt etmeden kapıyı açıp
kendimi arka koltuğa attım.
—Hay Allah razı olsun! Bu ne yahu?
—Vallahi biz de şaşırdık. Böyle bir şeyi
ilk defa görüyoruz.
Kabataş’a doğru sis inceldi.
Şoför arabayı durdurdu, başını pencereden çıkarıp kaputun üstünde oturan adama:
—Artık görüyorum, sen içeri gir de hızlanalım.
Dedi.
Kapıyı açıp yanıma oturdu. Şaşkınlığını
hala üzerinden atamadığı belliydi. Arabadan Beşiktaş’ta inip eski tramvay
caddesinden karşıya geçerek çarşı içine girdim. İnanılmaz! Burada sisten eser
yok!
Sabah uyanınca önceki akşam yaşadıklarımın
gerçek mi yoksa rüya mı olduğunu düşündüm. Kahvaltı ederken gazetenin sayfalarını
merakla çevirip sisle ilgili tek bir satır bile göremeyince, öylece kala kaldım.
Hiç yorum yok